30 Ocak 2010 Cumartesi

REALİTE CE....

hayatı hayat yapan perdeler.algı denilen şey o perdede yansıyanlar.ne kadar soru varsa ve soruya dair ne varsa cevapların toplamı da ve hala sorulmayan ve sorulmayı bekleyen her cevap da hepsi O'NA çıkar...SONSUZ İHTİŞAM'ın kendi sonsuzluğundan bir katre ışık zerreciği kainat denilen olgu.ama madem sadece kendi var o zaman kainat nasıl bir şey?ya da kainat var mı?gerçeklik denilen şey aslında bize göre var ama biz kimiz ya da esaslı soruyla neyiz?ya da biz veya ne nedir?hakikat dediklerimiz,sandıklarımız bile mutlak gerçek bazında ne derece doğru ve anlamlı?algısız gerçekliğin indinde olan bunca şeyler ya da oluyor mu bunca şeyler?sarhoş değilim aklım başımda klasik deyimle...düşünce,ah şu düşünce! ne ararsan kendinde ara' demişler.her sorunun cevabı yine bizde.tabii farkedebilene.farketmek!bilincine varmak,anlamak.yaratılma yokmuş,bunu öğrendiğimde tüylerim diken diken olmuştu.şöyle sordum kendime;bizi tanrı mı yarattı yoksa biz mi tanrıyı?tanrı ya da ilah ya da yaratıcı ,artık ne derseniz deyin....sanki,sadece ben varım.sanki ben denilen anlamda sadece O var da ben algısıyla seyrinde kendini...çünki dışımda dediğim ne varsa bana göre var,ama ne kadar gerçek?ya da ben ne kadar gerçeğim?ya da var olan ne varsa ne kadar gerçek...?belki tek gerçek;sonsuz yada zaman denilen algının olmadığı tarifsiz bir sessizlik,an'lık sessizlik....ne diyeyim,VALAHU ALEM.!

27 Ocak 2010 Çarşamba

GERÇEK SECRET NEDİR?



Şimdi sorsalar; tek dilek hakkın var, nedir diye. Düşünürüm, düşürünüm, düşünürüm. Bedelinin ağırlığını da iyice bir düşünürüm. Dona’nın Secret Bildirgesi’nde dediği gibi: “Kişinin beyni bir çarktır.Ben istiyorum dediğinde, bu çark dönmeye başlar.Bu çark döndükçe, isteklerin ve onun bedellerini çekmeye başlarsın.Evrenin gerçek çekim yasası budur.
ALINTI...

KANLI HALI..................



Gecenin kör karanlığında, bin bir güzelin ve bir şahın yaşadığı muhteşem sarayın önündeki yalın kılıçlı nöbetçiler, ateşten yaratılma cinler ve halıcı Nesiri dışında, Acem tahtının sahibi şah, tüm bir ordu, beşikteki bebek, eşikteki köpek, kadınlar, erkekler ve Allah'ın kullarını yoldan çıkarmakla görevli Şeytan olmak üzere, Rabbin tüm mahlukatı Tahran'da derin bir sessizlikte uyuyordu.


Gökyüzü alabildiğine berrak ve yıldızlarla doluydu. Keskin bir göz, uzaktaki Kaf dağını bile görebilirdi.


Şehirden beş ok atımı uzaklıktaki güller ve petunyalarla dolu bahçenin ortasındaki evinin giriş katındaki odada, Nesiri halı dokuyordu. Her iki yana konmuş dört kandille aydınlanan halı tezgahının önünde, sanatının alamet-i farikası sayılan kamburu ve kısık gözleriyle hızla çalışan Nesiri dışarıdan gelen bir ses duydu. İşine ara verip kulak kabarttı. Sol kulağı sağır olduğundan, sesi daha iyi duymak için başını çevirdi. Bir serseri rüzgar bahçedeki ağaçların dallarını oynatıyordu.


Karısı beş yıl önce ölen ve tek kızı da çoktan çoluk çocuğa karışan Nesiri yalnız yaşıyordu. Bir yalnızın evinde, her ses kendini yüzlerce kez çoğaltırdı. Ses çoğaldı ve eksildi ve sonra kayboldu. "Cinler dolaşıyor herhalde" diyen Nesiri sessizce bir Fatiha okudu ve tekrar işine döndü.


Daha on altı yaşında ufak bir çırakken, babası kadar sevdiği ustası Sadi'nin, ilk ve son tokadı patladığından beri sol kulağı hiç duymazdı. Ustası Sadi, Allah'ın sevgili kullarından, Muhammet'in şefaatine layık, Ali ve Hüseyin'in müritlerinden bir kanatsız melekti. Daha önce çırağına bir çok kez hatırlatmış olmasına rağmen, Nesiri dokuduğu ilk halıda Acem özrünü gençliğin verdiği kibirle koymayınca ustası Sadi, korkunç bir gazaba gelmiş ve o zarif ellerinden umulmayacak bir şiddetle çırağına okkalı bir tokat atmıştı. Tokadın şiddetiyle yere yuvarlanan Nesiri'nin sol kulağından oluk, oluk kan gelmiş ve bir hafta boyunca çok ağır bir kulak ağrısı ile kıvranmıştı. Sonra da bir daha sol kulağı hiç duymamıştı. Çırağını seven, yaptığında dolayı üzülen ama pişmanlık duymayan ustası, Nesiri'yi karşısına alıp dokuduğu ipek halılar kadar yumuşak bir sesle konuşmuştu;


"Bana kızma Nesiri. Kulağının biri gitti ama ahiretin kurtuldu.


Unutma Nesiri, adını unut, beni unut, zamanı unut ama bunu asla unutma. Her dokuduğun halıda muhakkak bir ufak özür bırak. Bir günahlı ilmek dahi olsa bir özür olsun. Olur da özürsüz, mükemmel bir halı yaparsan, alemlerin sahibi ve tüm mahlukatın efendisi yüce Allah'a şirk koşarsın. Bu affedilmeyen tek günahtır. Sonsuz azapla cezalandırılırsın. Unutma yalnız yüce Allah mükemmeli yaratabilir."


Nesiri, İranlı halı dokuyucularının yazılmamış ve ustadan çırağa aktarılan bu ilk kuralını hiç ama hiç unutmadı. Üstünde yaralı bir ceylan resmi bulunan, Şahın sarayındaki harem odasında yere serili ipek büyük halıda ve Frenk illerindeki uzun sakallı kralların ve zengin papaların odalarında asılı duran diğer halılarda da, hep bir Acem özrü bırakmıştı.


Acem özrünü koymak için, genelde halının bitmesine iki ya da üç sıra kala, sağdaki ilmeklerden ikisini farklı atardı. Türk usulü kilim düğümü yapıp öylece bırakırdı. Ver her seferinde duymayan kulağı ağrırdı.


Herhangi biri bunu fark edemezdi ama halıdan anlayan bir göz, bir bakışta, binlerce düğümden oluşmuş bu ip mozaiğinin arasında hemen seçerdi Acem özrünü. Zaten Müslüman hiçbir halı tüccarı da, Acem özrünü görmedikleri bir halıyı almazdı.


Frenk illerinden gelme tüccarlar, Acem özrü olmayan bir halı dokuması için Nesiri'ye keseler dolusu altın teklif etmişlerdi ama o hiç düşünmeden reddetmişti. "Dünyamı kurtarmak için ahiretimi kaybedemem" demişti hep.


Birkaç kişi, acem özrü için atılan kusurlu ilmekleri düzeltmeye yeltenmişlerdi ama başarısız olmuşlardı. Nesiri halıyı o kadar sıkı dokurdu ki, bu düğümü değiştirmek için halıyı çözdüklerinde diğer düğümlerde atardı. Bu yüzden de halı bozuk ip yığını haline gelirdi.


Nesiri ustası ve aynı zamanda kayın pederi olan Sadi'yi rahmetle ve minnetle anıp tekrar işine döndü. Tezgahtaki halıyı sabaha yetiştirmesi gerekiyordu. Eli biraz daha hızlandı. Onca yaşına rağmen, hareketleri neredeyse seçilmiyordu.


Uyku uyumaları Allah tarafından haram edilmiş cinler, alevden yaratılma görünmez vücutlarıyla Nesiri'nin etrafında toplanmışlar hayranlıkla onu seyrediyorlardı. Kötü yola sapmış kullara azap olsun diye onlarla oynayan ve onları başka alemlerden gelmiş gibi delirten, gencecik tazelerin yorgan altındaki yuvarlak memelerine tüm örtülerin üstünden bakmayı seven oyuncu ve günahkar cinler, her şeyi bırakmışlar Nesiri'nin usta ellerine bakıyorlardı. Nesiri onları görmese bile cinler onu görüyorlardı.


"Alemlerin Rabbi adına, ne güzel de dokuyor değil mi?" dedi cinlerden biri bağırarak.


"Muhammet aşkına, ne güzel dokuyor maşallah" dedi bir başka cin.


Cinler haklıydı. Nesiri, Acem halıcıların en iyisiydi, hatta çoktan rahmetli olmuş ve Tahran'ın hemen dışındaki mezarlığında sessizce yatan ustası Sadi 'den bile çok iyiydi. Ondan önce ve sonra hiçbir Acem halıcı onun kadar iyi olmadı ve olamadı. Bütün Acem halıcılar, Ferverdin ayının ilk gününe denk gelen Nevruz bayramında, her yıl, tüm esnaf ve askerler gibi Şaha olan bağlılıklarını göstermek için onun huzuruna çıkarlardı.


Tahtın önüne vardıklarında, bir saray görevlisinin, huzura çıkan her gruba sorduğu gibi halıcılara da, "Şahınız kimdir? Piriniz kimdir ey halıcılar?" diye sorardı. El pençe divan duran tüm halıcılar hep bir ağızdan; "Şahımız sensindir. Pirimiz, Adem babamızın eşi, ilk halıyı dokuyan Havva Anamızdır ey acem mülkünün sahibi" diye cevap verirlerdi. Ama hepsi içten içe bilirdi ki, Nesiri onların gerçek piriydi. Ustaların ustası oydu.


Kök boyalarıyla özenle renklendirilmiş, Hint ipeğinden ipler, Nesiri 'nin inanılmaz uzun parmaklarının arasından uysal ve berrak bir ırmak gibi kesintisiz halıya akardı. Hz.Yusuf 'dan sonra, mahlukatın gördüğü en uzun parmakların halı üstündeki hızlı dansını seyredenler, hareketleri seçemezdi. Nesiri sanki ipek ipi hızla çekmiyor, düğüm atıp, elindeki bıçakla hızlı kesmiyordu da, başka bir şey yapıyor gibiydi. Allah'ın doksan dokuz ismini, ellerindeki, çeşit, çeşit divitlerle büyük bir huşu içinde, camilerden toplanan isleri yağlarla karıştırıp elde ettikleri mürekkeple yazan hattatlar gibiydi. Halıyı ipek iple boyardı.


Önündeki tahta üzerine çizilmiş örneğe çok sık bakmazdı, her sıradan sonra, düğümleri sıkılaştırmak için ustasının hediyesi gümüş tarağı ipler arasından hızlıca vururken örneğe sıra veya ilmek sayısını bulmak için değil, öylesine bir göz atardı. Halıyı dokurken kafasındaki örneğe bakardı. Nesiri'nin bunu nasıl yaptığını kimse bilemezdi çünkü onun halılarındaki ilmek sayısı gökteki yıldızlardan çok olurdu.


Bütün bu ustalığına ve şöhretine rağmen, alabildiğine alçakgönüllü ve kendi halinde bir adamdı Nesiri. Ne sultanların iltifatı, ne de öğrencilerinin hayranlığı onu şımartmamıştı.


Önündeki ipek halının bitmesine az kalmıştı. Sabah namazından sonra saraydan gelenler alıp götüreceklerdi. Bizans'ı fethedip, peygamberin şefaatine daha yaşarken sahip olmuş Fatih Sultan Mehmet'e hediye olarak gidecekti halı. Kırk kılıçlı yiğidin koruduğu, kırk devenin üstüne yüklenmiş, kırk sandukanın içindeki kırk hediyeden biriydi bu halı. Nefesleri gül bahçesi gibi kokan ince belli, küçük memeli beyaz tenli, ipek saçlı cariyeler, adını sadece masallarda duyabileceğiniz Hint illerinden gelme kokular ve bir parça ıslak pirinci en leziz yemek yapabilen türlü baharatlar, bir tırtılın kırk günlük düşü olan ipeklerden dokunmuş kumaşlar, bir deveyi bir vuruşta ikiye ayıran Hz. Ali'nin ağzı çatallı kılıcı Zülfikar kadar keskin kılıçlar, elmas kakmalı satranç taşları ve daha bir sürü hediye arasında en değerlisi bu ipek halıydı.


Namı Hint illerinden Frenk saraylarına kadar yayılmış büyük usta Nesiri 'nin dokuduğu gül resimli bir ipek halıyı, Fatih Sultan Mehmet özel olarak Safavi soyundan gelme Acem şahından istemişti. Hediye istemek adetten değildir ama Acem şahına yolladığı mektubunda, her daim bağdaş kurarak yazı yazan namecilere aslan kükremesi sesiyle Fatih Sultan Mehmet bunu bizzat yazdırmıştı.


Ve hatta belki pervasızlığından, belki de daha yaşarken Bizans'ı aldığı için peygamberin şefaatine nail olduğu için, Venedik ilinden gelme, Bellini namlı bir ressama kendi suretinin resmini yaptırmıştı. Aynı Frenk ressamdan, ipek halı için örnek olsun diye bir gül resmini yapmasını istemişti. Başında tuhaf şapkası ile, mavi yakuta benzer boğaza bakan bir bahçedeki, çok güzel bir kırmızı gülü resmeden Frenk ressamın yaptığı resmi de, yazdırdığı name ile Acem şahına göndermişti.


Nesiri önünde duran Bellini'in yağlıboya ile yaptığı resme tekrar baktı ve ürperdi. Gerçek bir güle ne kadar da benziyordu. Sanki elini uzatsa tutacak ve dikenleri eline batıp kanatacaktı.


Saraydan gelen adamların biri önüne resmi koyup, "Bir ayın var Nesiri, tüm ustalığını göster. Türk Sultanı Acem halısı nasıl olurmuş görsün" deyip, rulo halindeki resmi vermişti. Şaşırarak açtığı resmi gördüğünden beri kaç kez bakmıştı bilmiyordu.


Halıyı dokumak için her zaman yaptığı gibi resme üç gün, üç gece bakmıştı. Aslında resmi kafasına nakşetmek için değil, gerçek bir gül gibi duran resmin tuhaflığı, büyülü hali ve dokununca sanki eline batan dikenlerine dalıp gittiği için bakıyordu. Yoksa resim çoktan beyazlaşan saçlarının arkasında duran beynine kazınmıştı. Gözünü kapasa bile görüyordu gülü.


Üçüncü günün sonunda gül resminin koktuğunu fark etti. Önce yanıldığını sandı. Hafif, hafif esen rüzgarın bahçedeki güllerin ve petunyaların kokusunu getirdiğini düşündü. Emin olmak için, evinden epey bir uzaklaşıp resme tekrar baktı. Evet yanılmamıştı, resimdeki gül kokuyordu.


"Alemlerin Rabbi adına, and olsun ki, bu gül resmi kokuyor" diye çığlık atmıştı. Nasıl olur da ceylan derisi üstüne nakşedilmiş bir gül resmi kokardı? Acaba biri güzel koksun diye ceylan derisine gül yağı mı sürmüştü? Hayır, gerçek gülden kokudan farksızdı. Gül yağının ağır kokusu değildi bu.


"Muhakkak ki biri bu resme büyü yapmış" diye düşündü Nesiri. Adem oğlunu yoldan çıkarmakla görevlendirilmiş şeytanın namert hilelerinden biri olmalıydı.


Çocukken dinlediği masallarda, gayri Müslimlerin arasında, ufak bebekleri büyük kazanlarda kaynatan büyücülerin, şeytana tapanların ve hatta Allah'a şirk koşanların olduğunu öğrenmişti. Peki bu Frenk ressamın yaptığı büyü neydi?


Resme tekrar bakınca, birden bu büyünün ne olduğunu hemen anladı. Resmin hiçbir yerinde bir kusur yoktu. Bir merkezden açılan yaprakların biçimi, birbirlerine oranı, boyanın kalınlığı, renklerin uyumu ve diğer bütün ayrıntılarıyla resim mükemmeldi. Uzun yıllardır halı dokumaktan yorulmuş gözlerini kısarak günün en aydınlık zamanında, tavukların sersemce dolandığı avluda, saatlerce resme baktığı zaman birden anlamıştı bunu. Hayatında gördüğü üçüncü Frenk resmi olmasına rağmen her sanatkar gibi başka bir sanatkarın eserinin değerini anlayabilirdi.


Frenk ressam hiçbir kusur bırakmamıştı resimde. Ne bir yanlış fırça darbesi ne de biçimsiz bir yaprak şekli yoktu. Bu gül resminde Acem özrü olacak hiçbir şey yoktu. Bunu fark ettiği anda resim daha da bir canlanmıştı. Artık gül kokusunu duymak için resmi burnunun dibine getirmesi gerekmiyordu.


Frenk ressam Bellini, resmin sağ alt köşesine, kendi imzasını koymuş ve bir de ufacık haç resmi çizmişti. Demek ki Hıristiyan'dı ve alemlerin Rabbi Allah'a inanıyordu.


Peki resimlerine bir haç koyacak kadar imanlı bu Hıristiyan ressam niye Allah'a şirk koşuyordu? Belki de Miraç 'a çıkan Muhammet'in, göğün üst katlarında gördüğü İsa'ya indirilen ve bozulan İncil'de mükemmeli yaratmak bir şirk ve bir günah değildi.




Demek ki mükemmeli yaratarak Allah'a şirk koştuklarına inanmıyorlardı. Sonsuz cehennem azabı onları bekliyordu. En büyük günahtan, peygamberin şefaati bile onları kurtarmazdı. Birden zebanilerin günahkarlara korkunç acılar çektirdiği cehennemi düşünüp ürperdi. Sırtından giren ve tüm vücudunu dolaşan bir soğuk yel esti içinde. Bir süre yorgun gözlerini dinlendirmek için kapadı. Sonra tekrar işine döndü.




Acem özrü olacak sıraya gelmesine az kalmıştı. İki sıra sonra iki tane ilmeği Türk usulü kilim düğümü atacaktı. Tam bu sırada cinlerin gürültüsünü duyan Şeytan, yaşadığı mağarasından çıkıp, yaktığı bir mumun ışığının üstüne binip, uzun keçi kulaklarının duyduğu sesin geldiği yere gitti.




Kıllı çirkin bacaklarının üzerinde alevli gözleriyle cinleri ve Nesiri' ye bakan Şeytanı gören cinler bağırarak kaçıştılar. Şeytan Nesiri'yi iyi bilirdi. Kaç kez teninden buhurlar çıkan güzel bir kadın kılığına girip, onu şehvetli bir zinaya davet etmiş ve alevli ışıklar saçan şarap kadehlerini önüne koymuştu ama Nesiri'yi yoldan çıkaramamıştı. Bir keresinde, Venedikli tüccar kılığına girip Acem özrü olmayan bir halı yapması için Nesiri'ye on kese dolusu altın önermiş ama sakin gülümsemesinin ardından Nesiri, her zaman söylediği gibi "Dünyamı kurtarmak için ahiretimi kaybedemem" demişti.




Cinlerin çıkardığı gürültüye bir anlam veremeyen Şeytan, kaçışan cinlerden birini sıkıca tuttu ve "Alevden yaratılmış cin kardeşim, söyle ne oluyor burada?" diye sordu.




"Alemlerin Rabbi adına, bırak beni İblis, senin şerrinden Allah'a sığınırım" dedi korkmuş cin.




"Ey cin kardeşim, bilmez misin Allah ikimizi de aynı özden yarattı. Bizler, çamurdan yaratılma Ademden üstünüz. Şimdi söyle nedir bu gürültünüz? Ne işiniz var Allah'ın sevgili kulu Nesiri 'in evinde?"




"Alemlerin Rabbi adına, gül kokan mükemmel bir resme bakıp bir halı dokuyor. Birazdan Acem özrünü koyacak, biz de onu seyredip mutlu oluyorduk. Züleyha'nın sevdiği, balığın yuttuğu Yusuf'un elinden sonra gördüğümüz en güzel parmaklara bakıp Rabbimize övgüler düzüyorduk" dedi.




Tanrının adını duyunca canı sıkılan Şeytan, öfkeyle cini evin dışına fırlatıp hızla Nesiri'nin yanına geldi. Bir kandilin aydınlattığı gül resmine bakınca, Nesiri'nin duymadığı bir çığlık attı.




"Bu mükemmel bir resim. Gül kokuyor"




Kibrinden dolayı Adem'e biat etmeyen Şeytan, Tanrı tarafından lanetlenip cennetten kovulduğundan beri tüm Ademoğluna düşmandı ama onun yarattığı güzelliklere de hayrandı.




Kendisi gibi Nesiri'in de, gül resmine hayranlıkla baktığını gördü. Şeytanın aklına birden şeytani bir fikir geldi. Nesiri'nin acem özrü olacak ilmekleri atmasına bir sıra kaldığını o da fark etmişti.




Rum dilberlerinin güzel kalçaları kadar baştan çıkarıcı, Hint ipeklileri kadar yumuşak ve kuyruklu doğmuş çocuklar gibi günahkar sesiyle, Nesiri'nin kulağına usulca, fısıldarmış gibi seslendi Şeytan;




"Bak ne kadar güzel bir gül resmi. Nasıl da buram, buram gül kokuyor değil mi? Sanki Tebriz bahçelerinden yeni kopartılmış gibi. İstersen senin halındaki gül de böyle kokabilir. Acem özrünü koyma. Bak gör ne olacak. Sabah olunca iki ilmek çıkartırsın halıdan, özür olur. Sabaha kadar kusursuz olsun, alemlerin Rabbi sana günah yazmaz. Sen günah işlemiyorsun ki, ona şirk koşmuyorsun ki. Sadece merak ettiğin için. Yoksa bilirsin, sen onun en sevgili kullarındansın. İbadetini hiç eksik bırakmadın, yoksulun, darda kalanın hep yanında oldun. Namusunla kazandın hep ekmeğini. Ölen karından başka kadına bakmadın.




Hadi koyma Acem özrünü. Sabaha kadar. Sonra iki ilmek çıkartırsın halıdan."




Nesiri, nereden geldiğini bilmediği bir düşüncenin fısıltıyla ama alabildiğince güçlü bir şekilde zihninde yankılandığını hissetti. Sanki yoldan çıkaran Şeytan ona fısıldıyormuş gibiydi. İçinden bir ses sürekli olarak "Acem özrünü koyma. Bak gör ne olacak. Sabah olunca iki ilmek çıkartırsın olur biter" diyordu.




Kafasından geçen yoldan çıkarıcı düşünceleri atmaya çalıştı. Bu arada, üçüncü gözü olan parmakları hızla halının üstünde dolaşıyordu. Sonunda Acem özrünü koyacağı sıraya gelmişti. Nedense elleri ağırlaşıyordu. Ellerinin halı üstündeki o hızlı dansı gitmiş, onun yerine tutuk ve yavaş adımlar almıştı. Acem özrü olacak ilmeklere yaklaştıkça hareketlerindeki yavaşlık da artıyordu. Bunun nedenini bir türlü anlayamadı. Daha önce yüzlerce kez, neredeyse gözü kapalı yaptığı iş nedense birdenbire herhangi bir acemi halıcıya olduğu gibi ona da zor gelmeye başlamıştı.




Elleri ne kadar bilinçsizce hareketini yavaşlatsa da, kaçınılmaz olarak o noktaya geldi.




Türk usulü kilimci düğümü atmak için ipek ipi simetrik şekilde her iki ipin altından geçirdi, tam düğümü tamamlayacakken birden durdu. Bir süre öylece kalakaldı. Artık içinden gelen isteğe daha fazla karşı koyamıyordu. İpi çözdü ve normal asimetrik İran düğümünü attı. Onun yanına bir tane, bir tane daha ve daha..




Bir süre sonra, Acem özrü olmadan halıyı bitirdi. Tezgaha gerilmiş gergin ipleri hızla kesti ve uçlarını makasla düzeltip halıyı eline aldı.




Evet, kafasının içindeki sesin fısıldadığı gibi halı gül kokuyordu. Bu beklediği bir şeydi ama yine de şaşkınlık duymaktan kendini alamadı. Halıyı biraz kendine doğru yaklaştırdı. Turkuvaz bir zemin üstünde zarif bir şekilde yukarı doğru çıkan gül, açılan yaprakları ile birden coşuyordu. İsfahan'da gördüğü muhteşem gül bahçesindeki güller gibi, tenleri usul, usul okşayan akşam rüzgarına teslim olmuş yaprakları hafifçe sallanıyordu.




Gülün yapraklarının her biri farklı bir kırmızıydı. Kök boyasıyla renklendirilmiş birkaç tane farklı kırmızı ipi kullanmış olmasına rağmen, yüzlerce farklı kırmızının nasıl olup da halıda ortaya çıktığına şaşarak baktı.




Pul pul yapraklar, nereden geldiği belli olmayan bir rüzgara kendi rızasıyla teslim olmuş gibi halının üstünde dalgalanmaya devam ediyordu. Onlar salınırken, çevresine ve odaya inanılmaz güzel bir gül kokusu yayıyorlardı.




Nesiri ayakta durmuş, iki eliyle sıkıca tuttuğu halıya hayranlıkla bakıyordu. Gözünü kapadı. Daha önce hiç koklamadığı bir gül kokusunu, Tahran'ın izbe keşhanelerinde kendilerinden geçen afyonkeşler gibi keyif ve tutkuyla içine çekti. Sonra bir nefes ve bir nefes daha...




Bu apaçık gül kokusuydu. Ama daha önce hiç koklamadığı bir gül kokusu. Ne İsfahan'ın mermer taşlarla kaplı yolları olan bahçenin pembe gülleri, ne de Şahın özel bahçesindeki büyük bir daireyi dolduran ve yeryüzündeki cennet bahçesi diye anılan kırmızı güller gibi kokuyordu.




Başını döndüren bu kokuyu bir türlü tarif edemiyordu. Gülün kokusunun kendisini fethetmeye çalıştığını anladı. Nesiri karşı koymadı, daha doğrusu koyamadı. Kim bu güzelliğin karşısında yenik düşmezdi ki?




Yaşadığı sarhoşluğun etkisiyle, elinde halı kendi etrafında dönmeye başladı. Gözleri hala kapalıydı. Tanrı aşkıyla durmadan ilahiler söyleyip kendilerinden geçen inanmış tarikat müritleri gibi bedeni sallanmaya başladı. Nesiri etrafında döndükçe, durup gövdesi sallandıkça, Şeytan da ancak cinlerin duyabileceği kahkahalar atarak onun çevresinde dönüyordu.




Nesiri'nin sarhoşluğu gülün baştan çıkarıcı ve başka dünyalardan gelme gibi duran kokusundan, Şeytanınki ise yeni keşfettiği günahın tadından kaynaklanıyordu.




Nesiri'yi ve Şeytan'ı uzaktan seyreden cinler, bu garip çiftin tuhaf dansına bakıyorlardı. "Işık getiren (Lucifer)" adına yakışır bir şekilde; ışıklar, renkler, kokular ve günahkar zevklerden oluşma sahte bir cennet yaratmıştı Şeytan odanın içinde. Nereden geldiği belli olmayan bir şarkı duyuluyordu. Şarkının sözlerini önce Nesiri, ardından Şeytan tekrarlıyordu. Denizcileri baştan çıkartıp, onları bekleyen karılarını, çocuklarını ve hatta vatanlarını bile unutturacak kadar güzel şarkılar söyleyen perilerin sesi duyuluyordu odanın içinde.




Nesiri ışıklı bir dairenin içinde, bastığı her yerde yeni güller ve renkler yaratarak döne döne ilerliyordu. Onun hemen arkasında şeytan da kendinden geçmiş bir halde kollarını alabildiğine açıp Nesiri'yi taklit ediyordu.




Uzun bir süre elinde Acem özrü olmayan ve gül kokan halı ile kendi etrafında döndü durdu. Kendi yoktu artık. Yorgun yaşlı bedeni şehveti, zevki, keyfi, özgürlüğü ve günahı alabildiğine tattı.




Ve yoruldu.




Elindeki halıyı tahta oymadan bir ufak bir sehpaya koydu ve en yakın sedire kendini zor attı. Dansın bittiğini neden sonra fark eden Şeytan gözlerini açtı. Nesiri'nin bir sedire uzandığını ve gözlerini kapadığını gördü.




Odanın ortasında yanan kandilin ışığına binen Şeytan, en yakındaki mezarlığa gitti ve elinde bir avuç ölü toprağı ile hemen geri döndü.




Şeytan büyük bir keyifle, ölü toprağını Nesiri'nin üzerine serpti. Ve sonra "uyu ey Nesiri, süt emmek için annenin göğüslerine sarıldığın bebek zamanlarındaki gibi uyu" dedi.




Nesiri'nin gözleri kapandı ve uyudu. Rüyasız, korkusuz ve Hazar denizinin suları kadar derin bir uykuydu bu.




Nesiri uykuya dalınca, Şeytan son bir kez üzerinde gül resmi olan mükemmel halıya baktı. Keyifle gülümsedi. Yanan tüm kandilleri bir, bir söndürdü ve yine bir ışığın üstüne binip uçup gitti.




Derin uykusundan uyanan Nesiri gözünü açtı. Güneş çoktan doğmuştu. Yavaşça sedirden doğruldu ve dün akşam üstüne halıyı koyduğu sehpaya baktı.




Halı yoktu. Yaşlı gözlerinin bir an için ona oyun oynadığını sandı. Gözlerini ovuşturup tekrar baktı. Yoktu. Halının yerine kadife bir kese vardı sehpanın üstünde. Sanki elleri doğruyu söyleyecekmiş gibi bu sefer de halıyı bulmak için elleriyle etrafı kolaçan etti.




Halıya dair en ufak iz yoktu. Merakla kadife keseyi eline aldı. Ters çevirip içindekileri boşalttı. Yirmi tane altın sikke yere düştü.




Dehşetle gerçeği anladı. Kendisi uyurken saraydan gelenler halıyı alıp götürmüşlerdi. Türk sultanına gidecek kervan bu gün yola çıkacaktı.




Uykudan uyuşan beyni hızla çalışmaya başladı. Bir an önce o halıyı bulmalı ve bir özür koymalıydı. Telaşla hemen ayağa fırladı. Yaşlı ayaklarında kalan son güçle koşar adım saraya gitti. .




Yolda kendi kendine söyleniyor, kızıyor ve hatta bağırarak küfrediyordu. Bir taraftan da yaptığı hatayı nasıl düzelteceğini kafasından geçiriyordu. "Halıda eksik kalan bir şey vardı, onu düzeltmem gerekli" deyip, halıyı bir süreliğine eline alsa yeterliydi. Hemen iki ilmeği yanından eksik etmediği çakısıyla keser ve büyük bir günah işlemekten kurtulabilirdi.




Nihayet nefes nefese saraya vardı. Kapıdaki nöbetçiler biraz sorun çıkartsalar da, askerlerin başındaki komutan onu hemen tanıdı. "Büyük usta Nesiri'ye yol verin" dedi.




Nesiri'nin sohbet edecek hiç vakti yoktu. Komutanın, "Yüzüne ne oldu ey büyük usta?" diye sormasına rağmen, tek kelime etmeden kendisine halıyı ısmarlayan hazinedarın olduğu yere doğru yöneldi.




Sarayın içinde hızla yürürken, onu gören insanların dehşetle bakmalarına bir anlam veremedi. Bütün bu insanları korkutacak ne vardı yüzünde? Sonra bakardı, şimdi sırası değildi.




Hazinedar, etrafında bir sürü saray görevlisi ile yere bağdaş kurmuş, elindeki kaz tüyünü, kemikten yapılmış bir divite batırıp bir şeyler yazıyordu.




Nesiri'nin telaşla içeri girdi. Başta hazinedar olmak üzere tüm gözler ona çevrildi. Bütün yüzlerde önce bir şaşkınlık, ardından dehşet dolu bir ifade oluştu. Kimse bir şey demeden, Nesiri neredeyse çığlık atar gibi konuştu.




"Halı nerede?"




Nesiri'nin sorusundan çok, yüzüne kilitlenmiş hazinedar sanki ilk defa halıdan bahsediliyormuş gibi şaşkınlıkla sordu.




"Hangi halı ey Nesiri usta?"




"Türk sultanına gidecek halı. Sabah ben uyurken evimden almışsınız. Bir yerinde bir özür var. Düzeltmem gerekli. Halı böyle giderse Şahımızın onuru iki paralık olur. Halı nerede?"




Nesiri'nin yüzüne hala şaşkınlıkla bakan hazinedar, neden sonra kendine gelebildi.




"Gül kokulu halı mı? Bilmez misin ey Nesiri usta? Kervan üç gün önce yola çıktı. Saraydan gelenler seni uyandırmaya çalışmışlar ama sanki üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi uyuyormuşsun. Onlar da bitmiş olan halıyı alıp getirdiler. Zaten kervan aynı gün, halıyla birlikte yola çıktı. Çoktan Şam'a varmışlardır" dedi.




Nesiri duyduklarına inanamadı. Nasıl olmuştu da sanki üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi üç gün boyunca uyumuştu? Yaptığı halıda acem özrünün olmadığını tekrar hatırladı ve olduğu yere yığılıverdi.




Başta hazinedar olmak üzere odada bulunan herkes telaşlandı. Biri su getirmek için koştururken, bir başkası Nesiri'nin uzun ve ince ellerini ovuyordu. Nesiri kendine geldi. Eline tutuşturulan suyu zorlukla içti ve mırıldanır gibi;




"Allahım ne yaptım ben?" dedi.




Olan bitenden epeyce kafası karışan Hazinedar merakla sordu;




"Ne yaptın ey Nesiri usta?"




Nesiri tam yaptığı büyük günahı itiraf edecekken birden durdu. Bunu yapamazdı, kimselere yaptığını anlatamazdı. Tekrar düşünmeye başladı. Yeterince hızlı hareket ederse belki kervanı yakalayabilirdi. Hala vakti vardı.




Aklına gelen bu yeni düşüncenin verdiği güçle birden tekrar ayağa kalktı. Bir an önce yola çıkması ve kervana yetişmesi gerekiyordu. Nesiri geldiği gibi hızla Hazinedarın odasından ve saraydan dışarı çıktı. O kadar telaşlıydı ki, Hazinedarın arkasından "Yüzüne ne oldu ey Nesiri usta" diye seslendiğini duyamadı.




Nuh'un gemisi kadar büyük gemileri yutan Hint okyanusunun fırtınası arkasından esiyormuş gibi evine koştu. Nefes nefese kalmıştı ama kaybedecek bir saniyesi bile yoktu. Kervanı yakalaması için alabildiğince hızlı hareket etmesi gerekiyordu.




Kötü günler için sakladığı altınları bahçeye gömdüğü yerden çıkardı. Bir iki eşya ve ne olur ne olmaz diye eğri uçlu keskin bir hançeri çıkınına koydu.




Tam evden çıkmak üzereyken birden aklına yüzüne bakmak geldi. Hem hazinedarın hem de sarayın önündeki askerlerin dediklerini hatırladı. İçeri girip karısının ölmeden önce kullandığı gümüş saplı aynayı eline aldı ve yüzüne baktı.
Gördüğüne inanamıyordu. Bir evliyanın yüzüne benzetilen o nurlu yüzü gitmiş, yerine çirkin ve uğursuz bir adamın yüzü gelmişti. Avurtları çökmüş ve gözleri yuvalarından fırlamıştı. Yüzünün kenarında çirkin tüyler çıkmıştı. Eliyle tüylere dokundu. Tüyler at kuyruğunun kılları gibi çok sertti. Bir sakalın kılları gibi değildi. Makasla kesmek istedi. Aynayı bir yere yaslayıp, cebinden çıkardığı keskin makasla bir iki tane çirkin kılı kesmeye çalıştı ama beceremedi. Kıllar kesilemeyecek kadar serttiler.




Ümitsizce aynada yüzüne tekrar baktı. Gözlerinin kırmızılığını fark etti. İki kor alevi gibi yanıyorlardı sanki. Uğursuz ve sırnaşık bir ifade ile bakıyorlardı. Sanki küçükken dinlediği masallarda anlatılan şeytanın gözleri gibiydiler. Ürperdi.




"Halı..." diye mırıldandı. "Her şey gül kokulu ve gül resimli halı yüzünden oldu"




O uğursuz geceden beri bir şey içine girmişti. Muhakkak Şeytandı bu. Acem özrünü koymayıp şirk koşunca, şeytan parmaklarından, gözlerinden, saçlarından ve teninden içeri ruhuna ve bedenine sızmıştı. İşlediği büyük günah şeytana kapı açmıştı. Nasıl olur da kanmıştı lanetli yoldan çıkarıcıya?




Artık bunları düşünmek için çok geçti. Bir an önce bu büyük günahtan kurtulması gerekiyordu.




Bedeli ne olursa olsun yaptığı mükemmelliği bozacak bir hatayı dokuduğu halıya koymalıydı.




Çirkinleşmiş yüzünü bir şeyle örtüp, aceleyle dışarı çıktı. Tahran'ın sokaklarında bir hırsız gibi sessizce süzüldü. Yüzünü göstermemeye çalışarak hızlı bir at satın aldı ve hemen yola koyuldu.




Yorgun ve yaşlı bedeni dörtnala giden atın üstünde umutsuzca çırpınıyor gibiydi. Dizginleri tutan elinde çıkan çirkin kılları gördüğünde korkunç bir çığlık koptu. Zaman geçtikçe şeytan bütün vücudunu ele geçiriyordu.




"Daha hızlı, daha hızlı" diye bağırdı ve atını kırbaçladı.




İlk vardığı kervansarayda neredeyse çatlamak üzere olan ve ağzından kanlı köpükler saçan atı değiştirdi.




Yeni atı hazırlarlarken, yüzündeki peçeyi açmadan kervanı sordu. Evet kervan üç gün önce buraya gelmişti. Gül kokulu kervanı herkes görmüştü. Ellerinde yalın kılıç bekleyen muhafızlar, kimseleri kervanın yanına yaklaştırmamıştı ama kervandan yayılan gül kokusunu herkes biliyordu.




"Hint illerinden gelme güller ancak böyle kokabilir. And olsun ki hiç böyle gül koklamadım ben" dedi hancı.




Nesiri hiçbir şey demeden hancının eline dört altın sayıp yeni atına bindi. Yüzünü göstermeyen bu tuhaf yabancı verdiği altınlara bakan hancı;




"Uğursuz bir eşkıya olsa gerek, başka türlü böyle kokmazdı" dedi uzaklaşan Nesiri'nin arkasından.




Gece çökmüş olmasına rağmen, Nesiri hiç mola vermedi. Bazen yorgunluktan atın üzerinde birazcık uykuya dalar gibi oluyordu ama uzaktan gelen bir hayvan sesi duyunca veya atın sert bir hareketiyle hemen irkilerek uyanıyordu.




Gökyüzündeki dolunay geceyi ve mahlukatı uyandırmadan usulca aydınlatıyordu. Gece serindi yol ama nedense hiç üşümüyordu. Birden nedensiz atı durdurdu. Kuvvetli bir rüzgar esti. Yüzündeki peçeyi indirdi ve esen rüzgarı içine çekti.




Rüzgar buram, buram taze gül kokuyordu. Neredeyse çöl sayılabilecek bu bozkırda hiçbir şey yoktu ama işte rüzgar gül kokusuyla yüklüydü. Etrafta değil bir tek gül fidanı, kuru bir ot bile yoktu.




"Kervan buradan geçmiş olmalı" diye mırıldandı Nesiri. Aynasını çıkardı ve ay ışığında yüzüne baktı.




Geçen zaman içinde yüzü daha da bir çirkinleşmişti. Kıllar büyümüş ve elmacık kemiklerine kadar gelmişti. Yavaş, yavaş yüzünü kaplıyorlardı ama sakala benzer gibi de değildiler. Yüzüne yapıştırılmış uğursuz izler gibiydiler. Eliyle koparmak ister gibi hırsla kılları çekiştirdi ama sadece canı yandı. Hiç biri yerinden kopmuyordu.




Utanır gibi yüzündeki peçeyi tekrar örttü ve yoluna devam etti.




Tahran'dan yola çıkalı iki gün olmuştu. Dört at değiştirmişti. Zavallı hayvanları o kadar zorlamıştı ki az daha bir tanesi yolda çatlayıp kalacaktı.




Kervana yetişmesine az kalmıştı. Son uğradığı handa, yeni aldığı atın hazırlanması için beklerken yanında konuşanları kulak kabartmıştı. Gül kokulu kervan daha dün akşam gelmişti hana. Bu sabah da gün doğar doğmaz yola çıkmıştı.




Kervanın büyüklüğünden, Acem şahından, Osmanlı sultanına gitmesinden çok arkasında bıraktığı gül kokusu konuşuluyordu. Kimseler kervanın ardında bıraktığı gül kokusunun nedenini çözememişti. Hemen yanındaki tahta masanın etrafında oturan kalabalık gül kokusu üstüne hararetli bir tartışmaya dalmışlardı. Nesiri'yi fark edemeyecek kadar heyecanlıydılar.




"Gül suyu veya gül yağı götürüyorlardır, ondan böyle gül kokuyordur. Kervanın en başındaki devenin taşıdığı sandıktan geliyordu koku. İçindeki şişeler kırılmış, gül suyu dökülmüştür"




"Ne gül suyu ne de gül yağı gibi kokmuyordu. Sanki bir bahçe vardı kervanın içinde. Taze güllerden daha taze gül kokuyordu. Geceyi ve gündüzü yaratan alemlerin Rabbine and olsun ki bu işte bir iş var"




"Kokunun geldiği sandukada ne var? diye sormuş hancı. Halı varmış. Osmanlı sultanı Mehmet'e hediye gidiyormuş."




"Bir halı hiç öyle gül kokar mı? Üstüne Hazar denizi kadar çok gülyağı döksen de öyle kokmaz!"




Konuşulanları ümitsizlikle dinleyen Nesiri uykusuz ve açtı.ama ne yemek ne de uyku için kaybedecek vakti yoktu. Peçenin arkasından hırıltılı bir sesle kendine şüpheyle bakan hancıdan biraz pişmiş et ve su istedi. Daha sonra da elbisesinin altında gizlediği tüylü elleriyle altın paraları tahta masanın üstüne bıraktı.




Gördüğü elin çirkinliği hancıyı dehşete düşürmüştü. Bir elden çok pençeye benziyordu.. Elin sahibinin parlayan kor alevine benzeyen gözlerine bakamadı, gözlerini kaçırdı.




Aldıkları afyon topaklarıyla başka alemlerde dolanırmış gibi duran sapkın tarikat fedailerini, bir insanı gözünü kırpmadan kesebilecek askerleri ve hatta bebek kafatasları ile şarap içen puta taparları görmüştü ama ilk kez birinden bu kadar ürkmüştü. Bu uğursuz misafirden bir önce kurtulmak için yiyecek bir şeyler ve atını hazırlattırdı.




Yine de merakına yenilen hancı, eğerlenmiş atı ahırdan kendi getirdi. Yuları yabancıya verdikten sonra biraz geride durarak onun binmesini seyretti. Yabancı tam atını sürecekken hancı dayanamayıp sordu;




"Sen ne yaptın da böyle oldun ey Allah'ın garip kulu. Yoksa veba musibetine mi tutuldun?"




Nesiri yüreğine bıçak gibi saplanan bu sorunun cevabını vermek istemedi. Sadece "Allaha emanet ol hancı" deyip, atını mahmuzladı.




Hızlı gitmesi için altındaki doru atı acımasızca mahmuzluyordu. Ata her mahmuz vurduktan sonra kendisine de vurmak istiyordu. Sanki içinde iki kişi vardı. Birisi eski Nesiri idi.. Diğeri ise istenmeyen bir misafir, bir talancı ve acımasız bir işgalciydi. Sanki aynı bedeni paylaşan iki ruh vardı, biri melek, diğeriyse şeytan.




Kervana yaklaştıkça havadaki gül kokusu daha da artıyordu. Kokuyu hissetmek için peçesini indirmesine gerek yoktu artık. Daha önce hiç koklamadıkları bu kokunun cazibesine kapılmış yabani hayvanlar yol kenarında durmuşlar, burunlarını havaya kaldırarak sürekli havayı koklayıp duruyorlardı. Ayılar, ceylanlar, kaplanlar ve alemlerin Rabbinin tüm mahlukatı yolun kenarında gibiydi. Tüm hayvanlar yol boyunca akıllı askerler gibi yan yana dizilmişlerdi. Kurt kuzunun, kaplan ceylanın yanında kardeş, kardeş duruyordu.




"Adem babamızı ve Havva anamızı kandıran Şeytan, tüm mahlukatı halı ile günaha sürüklüyor" dedi Nesiri kaygıyla.




Atını tekrar mahmuzladı. Bu sefer o kadar kuvvetli vurmuştu ki, zavallı hayvanın sağrısından kan gelmişti. Acıdan çılgına dönen doru at neredeyse uçarcasına koşmaya başladı.




Doru atın üstündeki tüylü garip yaratığa bakan şeytan keyifle gülümsedi. Sonra o da burnunu kervanın gittiği yöne doğru çevirip, diğer mahlukatla birlikte gül kokusunu içine çekti. Biraz ileride cinleri görünce bir kahkaha attı. Her zamanki gibi çok keyifliydi.




Şeytanı ve cinleri göremeyen Nesiri, Atın çatlamasından korktuğu için biraz yavaşladı. Hancının verdiği ekmeği ve kızarmış eti çıkartıp atın üstünde yemeğe başladı.




Lokmaları yavaşça yutarken birden uzaktaki kervanı gördü. Belli belirsiz seçiliyordu ama bu oydu. Sonunda yakalamıştı. Kervan araya giren bir tepenin ardında kayboldu. Bir yarım saatlik yol vardı aralarında.




Kervana bu kadar çabuk ulaşacağını ummayan Nesiri sevindi. Sonunda büyük günahtan ve sonsuz azaptan kurtulacaktı. Tekrar şevkle atını mahmuzladı.




Birden sırtında, sağ omzuna yakın bir yerde keskin bir acı hissetti. Ne olduğunu anlayamadı. Atı durdurdu ve sol eliyle sırtını yokladı.




Bir ok sağ omzunun hemen altında sırtına saplanmıştı. Başını çevirince okun tüylü ucunu görebiliyordu. Hemen attan indi.




"Eşkıyalar, eşkıyalar, alemlerin Rabbi adına eşkıyalar" diye bağırdı.
Sanki Nesiri onları çağırmış gibi, bir anda nereden geldikleri belli olmayan on tane eşkıya etrafını sarıverdi.




Elinde uzun bir yay tutan eşkıyalardan biri yaptığı işten memnun olmuş gibi Nesiri'nin sırtına saplanmış oka bakıyordu. Bir diğeri ise iyice huysuzlaşmış atın yularını çekiştirip duruyordu.




Nesiri kendini savunmak için belindeki hançeri çıkarmaya çalıştı ama artık çok geçti. İki kuvvetli eli arkasından sıkıca kollarını kavradı. Bir diğer eşkıya da yüzüne sıkı bir yumruk attı, sonra da hızla üstünü aramaya başladı.




Nesiri'nin beline sarılı duran altın kesesini bulunca sevinçle bağırdı. Çıkardığı altınları tüm arkadaşlarına coşkuyla gösterdi. Hepsi çocukça bir sevinçle bağırmaya, naralar atmaya başladı. Bir tek her halinden onların reisi olduğu belli olan eşkıya sakinliğini koruyordu.




"Kurda kuşa ve çakallara rızk veren yüce Rabbimiz, biz eşkıya kullarını da düşünür elbet" dedi eşkıyaların reisi. Reislerinin söylediği her şeye bilgece sözler gözüyle bakan aptal eşkıyalar birden sustular.




Ordudan kaçıp eşkıyalığa başlayan çete, bozkırda acımasızlığı ile bilinirdi. Diğer eşkıyalar sadece yolcuları donlarına kadar soyup, bozkırın ortasında vahşi hayvanların insafına ve Allah'ın lütfuna bırakıp giderlerdi. Ama delibaşlar olarak bilinen bu eşkıya çetesi, kendilerince iyi sayılabilecek bir nedenden dolayı soydukları insanların boğazını kesip öldürüyorlardı.




Bozkırda vahşi hayvanların pençesinde veya susuzluktan uzun süre acı çekerek öleceklerine, keskin bir hançerin kısa darbesiyle Allah'ın rahmetine tez elden erişmeleri soydukları insanlar için daha iyiydi. Bu şekilde soydukları yolculara bir iyilik yaptıklarını düşünen delibaş çetesi, yolcudan aldıklarını da yaptıkları bu iyiliğin karşılığı olarak kabul ediyorlardı.




Delibaş çetesinin reisinin dediği gibi "ortada bir günah yoktu, bilakis böyle yaparak büyük sevaba giriyorlardı "




Reislerinin, her gece ateşin başında bıkıp usanmadan anlattığı bu tuhaf mantığa nedense hiç bir eşkıya itiraz etmemişti. Hatta bütün eşkıyalar reislerinin uydurduğu bu garip cinayet töresine can-ı gönülden inanıyorlardı. Hemen hepsi afyonkeş, kulamparacı ve azılı katil olan eşkıyalar, reislerinin vaazlarıyla dini bütün Müslüman olup çıkmışlardı. Gündüzleri yolcuları soyup öldürdükten sonra, geceleri ağlayarak reislerinin bir mağarada mum ışığında okuduğu Kuran-ı Kerimi dinliyorlardı.




Yolcuların boğazını kesen delibaş çetesi, dini bütün Müslümanlar olarak, zavallı kurbanlarının öldürmeden önce, onların abdest alıp iki rekat nafile namazı kılmasına izin veriyorlardı. Zavallı kurbanlar da biraz daha fazla yaşamak için bu iyilik dolu teklifi hep kabul ederlerdi.




Her zaman yaptıkları gibi, eşkıyaların reisi namaz kılmak isteyip istemediğini sormak için bir elinde keskin bir hançerle Nesiri'nin yanına geldi.




Reis, kendisine bakan iki kor gözün sahibini görmek için Nesiri'nin yüzündeki peçeyi sert bir hareketle indirdi.




Artık siyah sert kıllarla iyice kaplanmış tuhaf ve korkutucu yüzü gören reis korkarak bir iki geri adım attı. Tekrar Nesiri'nin yüzüne baktı. Fakat bu dehşetli suskunluğu uzun sürmedi.




"And olsun ki bu Ademi yoldan çıkartan şeytandır. Başımıza bir musibet sarmadan kaçalım buradan" dedi ve arkasına bakmadan koşmaya başladı.




Ne onları kovalayan askerlerden ne de ölümden korkmayan reislerinin korkudan kaçtığını gören diğer eşkıyalar da, bir süre tereddüt geçirdiler. Ama onlar da bu korkunç yüzü görünce hemen toparlanıp uzaklaşmakta olan reislerini takip ettiler. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bu insan kalabalığından ve gürültülerden iyice ürkmüş doru at da hızla başka bir yöne koşmaya başladı.




Göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda Nesiri bozkırın ortasında yapayalnız kalmıştı.




Her şey yeniden eski sessizliğine kavuşmuştu. Omzundaki acıyı tekrar hisseden Nesiri bir taşın üstüne oturdu. Eşkıyaların almayı unuttukları hançerinin kabzasını dişlerinin arasına alıp sıkıca ısırdı ve okun dışarıda kalmış tahta ucunu iki eliyle tutup hızla çekti.




Okun çıkması o kadar çok canını yakmıştı ki ısırmanın şiddetinden ön dişlerinden biri hançerin tahta sapında bir iz bırakarak kırıldı. Bulabildiği temiz bir bez parçasını okun çıktığı yere eliyle bastırdı. Acıdan neredeyse bayılacaktı.




Umutsuzca ileride git gide küçülen kervana baktı, gül kokusunu içine çekti ve olduğu yere yığılıp kaldı.




Kendine geldiğinde çoktan gece olmuştu. Sırtındaki yarayı eliyle yokladı. Artık kanamıyordu ama hala çok acıyordu. Etrafına bakındı. Uzaklardan gelen uluma seslerini duydu. Artık kervana yetişmesi imkansızdı. Yine de ayağa kalktı ve yürümeye başladı.




Yüreğine işleyen günah duygusu yetmezmiş gibi sırtında derin bir ok yarası ve atı olmadan bozkırın ortasında kalakalmıştı. Yolculuğunun bundan sonraki kısmı oldukça acılı geçti. İki gün boyunca neredeyse hiç durmadan yürüdü. Yolda öleceğini düşündü ama yine de yanına yaklaşan vahşi hayvanlardan ve susuzluktan ölmeyerek en yakın hana gidebildi.




Berbat görünüyordu ve bir tekeden daha kötü kokuyordu. Susuzluktan çatlamış dudaklarıyla zorlukla konuşabildi. Hancı tam elindeki uzun sopayla onu kovalayacakken, Nesiri eşkıyaların alamadığı altınlardan birkaç tanesini çıkartıp hancının önüne attı. Altınların ışıltısı bir domuzdan farkı olmayan hancıyı birden insafa getirdi.




Çil, çil altınlara rağmen hancı Nesiri'nin handa kalmasına izin vermedi. Sadece ahırın bir köşesinde samanların üstünde bir yer gösterdi. Sonra da su ve yiyecek bir şeyler getirdi. Nesiri, kana, kana suyu içti, zorlukla bir şeyler yedi ve uyuyakaldı.




Yarasının üstünü kızgın demirle dağlaması için fırsatçı nalbantçıya iki altın verdi ve sonra hayvanların yanında üç gün yatarak kendine gelebildi.




Ayağa kalkabilecek hale gelince hemen namussuz hancıdan neredeyse fahiş sayılabilecek bir fiyata bir at aldı ve tekrar yola koyuldu. İnsanlardan uzakta ve mümkün olduğunca kimselere gözükmeden yol aldı.




Aslında yolu bulmasına ve sormasına hiç gerek yoktu. Sadece gül kokusunu takip etmesi yeterliydi. Kervanın geçtiği yerlerden o da geçti. Taştan yapılmış hanlarda çok kısa süre kalıp içinde yüzlerce çeşmesi olan şehirlerden geçti. Bir taşı yastık yapıp, dağlanmış sırtındaki acıyla toprağın üzerinde uyudu.




Ve yirmi gün sonra yeni fethedilmiş İstanbul şehrine vardı.




Tahmin ettiği gibi Tahran'dan yola çıkan kervan kendisinden çok önce İstanbul'a gelmiş ve hediyeleri Sultan Mehmet'e vermişti. Zaten çok yakında tekrar geri dönmek üzere yola çıkacaklardı. Emanet yerini bulmuştu.




Kervandan sorumlu olan elçi çok eskiden beri Nesiri ustayı tanıyordu ama karşısındaki bu garip mahlukatın o olduğuna bir türlü inanamamıştı. Veba illetinin büyük ustayı bulduğunu ve sadece sağlığını değil aynı zamanda aklını da alıp götürdüğüne hükmetmişti.




Ona çok saygı ve sevgi duymasına rağmen aradaki mesafeyi hep koruyarak Nesiri'nin tüm sorularına cevap verdi.




Evet yol boyunca Nesiri'nin dokuduğu halının olduğu sandukadan gece ve gündüz yoğun bir gül kokusu gelmişti. Yol boyunca bu kokunun büyüsüne kapılıp kaynağını soranlara hiçbir makul açıklamada bulunamamışlardı. Onlar da bu işe şaşmışlardı. Hatta bir ara meraklarına yenik düşerek, kesinlikle yasak olmasına rağmen bir kervansarayda mola verdiklerinde sandukayı açmışlar ve içine bakmışlardı. Ufak sandukada ipek halıdan başka bir şey bulamamışlardı. Ne bir tek gül yaprağı, ne de ufak bir gül yağı şişesi vardı. Sadece ama sadece üstüne gül resmi işlenmiş bir halı vardı.




Osmanlı sultanı da bu halının büyüsüne hemen kapılmıştı. Şahın gönderdiği diğer paha biçilmez hediyelere dönüp bakmamıştı bile. Halıya elçinin önünde uzun, uzun incelemiş ve sonra eğri burnuna getirerek koklamıştı. Halının neden böyle gül koktuğunu ve halıyı Nesiri ustanın mı? dokuduğunu, çok iyi bildiği Farsça ile bizzat kendi sormuştu. Bir cevap alamayınca da yine uzun süre halıyı koklamış ve keskin zekasının anlık bir parıltısıyla cevabı bulmuştu.




"And olsun ki bu halı mükemmel dokunmuş, hiç bir özrü yok. Bu yüzden üzerine işlenmiş gül, gerçek bir gül gibi kokuyor. Frenk ressamı Fellini'nin resminden bile güzel kokuyor " demiş İstanbul'un fatihi.




Acem elçisi bunun mümkün olmadığını, bütün Acem halıcılarının şirke girmemek için muhakkak dokudukları halıya bir özür koyduklarını, hele ki ustaların ustası Allah'ın sevgili kulu Nesiri'nin bu en eski geleneği asla unutmayacağını söylemiş. Sultanın ve kendilerinin göremeyeceği bir yerde muhakkak bir ufak özür koymuştur diye eklemiş.




"Acem özrünü koydun değil mi Nesiri usta? Bunu sana sormak bile benim için kusurdur biliyorum ama Türk sultanı kendinden çok emindi"




Nesiri hiçbir şey demeden öylece durdu, başını öne eğdi. Bir süre konuşmadan birbirlerine baktılar. Ve usta hiçbir şey demeden hızla oradan uzaklaştı. Arkasından şaşkınlıkla bakan elçi, aklının ucuna bile getirmediği bu açıklamanın aslında doğru olduğunu o an anladı. Demek ki sandukadan çıkan gül kokusu şirkten kaynaklanıyordu. Büyük usta Nesiri, bilerek ya da bilmeyerek mükemmeli yaratmıştı ve bu yüzden en kötü vebalıdan bile kötü hale gelmişti.




Bir süre hiçbir şey düşünemedi elçi. Sadece uzaklaşan Nesiri ustaya baktı. Sonra da önce Allah'tan, sonra peygamberden ve Hz. Ali'den yardım diledi. Bildiği tüm duaları hızlı, hızlı okumaya başladı.




Umutsuz Nesiri için yapacak tek bir şey kalmıştı. Osmanlı sultanının huzuruna gidip halıyı ondan geri istemekten başka bir çaresi kalmamıştı.




Eski Bizans'ın yeni sahibi Sultan Mehmet, geleneklere uygun olarak Perşembe günleri halkı huzuruna kabul edip onların dertlerin dinliyordu. Üç gün sabırla bekledi Nesiri. Perşembe gününün sabahında daha gün doğmadan, daha yeni yapılan sarayın önünde beklemeye başladı. Kendisine şüpheyle bakan bostancıların bakışlarından uzak bir köşede, Sultanın huzuruna vardığında söyleyeceklerini kafasında tekrarlayıp duruyordu.




Saatlerce bekledikten sonra huzura kabul edildi. Bostancılar bu tuhaf yaratığı huzura çıkarmakta tereddüt etmişlerdi ama Osmanlı geleneklerine göre herkes sultanı görüp, derdini anlatabilirdi. Devletin kurucusu Osman beyden bu yana değişmeyen bir geleneği bozamazlardı. Nesiri o kadar kötü görünüyordu ki, hiçbir bostancı bu tuhaf yaratığın üstünü aramaya cesaret edemedi. Belki veba vardı.




Sultanın huzurunda bir sürü bostancı ve ak sakallı devlet adamı, tahtın hemen önünde bekleyen bu garip yaratığa neredeyse iğrenerek bakıyorlardı. Herkesin kafasından geçen tek bir soru vardı: Bir domuz kadar kötü kokan ve şeytandan daha çirkin olan bu tuhaf şey ne olabilirdi? Ne Adem oğluna ne de Hz. Süleyman'ın konuştuğu mahlukattan birine benziyordu.




Ve sonunda sultan huzura geldi. Herkes el pençe durup başını eğdi. Eğri burnunun üstündeki kartal gözleriyle huzurdakilere bakan sultan, yavaşça düz işlemeli tahtına oturdu. Hemen biraz ilerisinde yerde diz çökmüş halde duran Nesiri'ye bir süre baktı. Neden sonra,




"Derdin nedir?" diye sordu.




Nesiri başını kaldırıp, kor gözleriyle sultana bakıp zorlukla duyulan bir sesle Farsça konuşmaya başladı.




"Bizans'ı fethedip daha yaşarken peygamberin şefaatine kavuşan ey büyük sultan. Acem illerinden, Frenk topraklarına kadar tüm bereketli toprağın sahibi, kutlu sultan. Peygamberin hadisinde övülen büyük kumandan. Ben halıcı Nesiri ustayım. Şahımızdan sana hediye gönderilen güllü halıyı ben dokudum."




"Seni ve hünerini çok duyduk Nesiri usta. Demek büyük usta Nesiri sensin. Ne istersin bizden ey Nesiri usta, neden Acem topraklarından buraya kadar geldin? El hakkını vermedi mi Acem şahı? Bizden mi istersin?" dedi sultan Mehmet.




"Şahımız biz kullarına her daim cömerttir. El hakkımı fazlasıyla verdi."




"O halde neden huzurumuza geldin?"




"Yüce sultanım, halıyı düzeltmem gerekli, bir kusur var üstünde. Bu haliyle yüce sultanıma yakışmaz"




Sultan Mehmet bir süre Nesiri'ye baktı ve "Güllü halıyı getirin" diye emretti.




Birileri hemen koşuşturarak halıyı getirdi ve Sultana verdi. Nesiri halının kendine verileceğini sandı bir an için ama sultan eliyle işaret ederek halıyı aldı. Bir süre hayranlıkla halıya bakan Sultan Mehmet, burnuna yaklaştırarak kokladı ve sonra bir eliyle tutarak kaldırdı.




"Bu halıda hiç bir kusur yok Nesiri usta. Artık o bizim mülkümüzdür ve böyle kalmasını arzu ederiz" dedi.




Sultanın söylediklerini duyan Nesiri son şansının da elinden kayıp gitmekte olduğunu fark etti.




"Halıyı bana verin Sultanım, sadece bir ilmeğini değiştireceğim" dedi sesini yükselterek.




Ama sultan Mehmet çok sevdiği halıyı onu yapan ustasına bile vermeye niyetli değildi.




"Sağ ol Nesiri usta, böyle kalsın halı. Öyle güzel dokumuşsun ki gül kokuyor. Ustalığına bir kese altın da biz verelim ve Acem topraklarına geri dön" dedi.




Hiçbir şansı kalmadığın anlayan Nesiri öfkeyle birden ayağa fırladı. Gözlerinden çıkan alev baktığı her şeyi yakabilirdi. Birkaç metre uzağında Sultanın elinde sallanan halıdan bir ilmek koparmak için göğsünde sakladığı hançeri eline aldı ve tahta doğru atıldı.




Sultana yaklaşamadan, elindeki hançeri gören bir bostancı hızla ileri atılıp Sultanı öldüreceğini sandığı Nesiri'nin kafasını keskin eğri kılıcıyla şimşekten hızlı kesiverdi.




Kesik baş demirden bir gülle gibi yuvarlanarak biraz ileride durdu ama gövde hala ayaktaydı. Kesik baş dahil olmak üzere, Sultan ve huzurdaki herkes başı olmayan ve hala ayakta duran gövdeye şaşkınlıkla bakıyorlardı.




Başı olmayan gövde bir adım attı, sonra bir adım daha. Başsız gövdenin sağ elindeki ufak hançer yere düştü Tahtla arasında bir metreden az bir mesafe kalmıştı. Elinde yalın kılıçla bekleyen bostancı gövdeyi durdurmak için tekrar ileri atıldı ama Sultan eliyle dur işareti yaptı.




Başsız vücudun kalbinin her atışıyla, eskiden kafasının olduğu yerin bittiği yerden kan fışkırıyordu. Gövde son bir adım daha attı.




Boğazından fışkıran kan Sultanın elinde tuttuğu halıya sıçradı ve gül yapraklarının hemen yanında büyük kırmızı bir leke oluşturdu.




Ve başı olmayan yorgun ve yaşlı gövde olduğu yere bir külçe gibi yığılıverdi. Deminden beri olan bitene merakla bakan Nesiri'nin kesik başı güllü halının üstünde oluşan lekeyi görünce huzurla gülümsedi, dudakları şehadet getirir gibi hareket etti ama bir ses çıkmadı ve büyük usta gözlerini kapattı.




Halı artık özürlüydü.




Sultan Mehmet yüzüne sıçrayan kanı eliyle sildi. Halıyı kucağına aldı. Şaşkınlıkla önünde yatan başsız gövdeye ve hemen biraz ileride duran gövdesiz başa baktı.




Yerde yatan kesik başın yüzü yavaşça değişmeye başladı. Önce yüzünü tamamen kaplamış çirkin siyah kıllar yere döküldü, sonra da çöken avurtları dolgunlaştı ve dingin gülümsemesi açan bir gonca gül gibi ortaya çıktı.




Nice savaşlar ve ölüler görmüş olan Sultan Mehmet bile dehşet içinde kalakalmıştı. Orada bulunan herkes gibi kesik başın bu anlık değişiminden korkmuş ve şaşırmıştı. Kesik başın etrafındaki insanlardan hayret nidaları ve dualar duyuluyordu.




Sultan Mehmet ayağa kalkarak kesik başın yanına gitti. Eğilip başı yerden aldı ve birdenbire ortaya çıkan bu yeni yüze hayranlıkla baktı. Masallarda anlatılan evliyaların yüzüne benziyordu. Bir süre öylece herkes Sultanı ve elindeki kesik başı sessizce seyretti.




Birden aklına halı geldi. Kutsal bir emaneti verir gibi kesik başı orada bulunan vezirlerden birinin verdi ve hızlı adımlarla geri dönüp tahtın üzerindeki kanlı halıyı eline aldı.




Nesiri'nin kanıyla oluşan leke gülün hemen yanında duruyordu. Halının rengiyle, kan kırmızısı birleşmiş ve daha önce hiç görmediği güzel bir mavi renk oluşturmuştu. Sultan halıyı yüzünün hizasına getirip kokladı.

"Halı artık gül kokmuyor" dedi üzgün bir sesle.
ALINTI - http://www.lahuti̇.com/

24 Ocak 2010 Pazar

HATIRLA......!



“Eşcinselim ancak kabullenemiyorum diyenler”;

Bu hayatın yalnızca senin olduğunu,
Gerçek sen yoksa,sahtesinin seni birgün mutlaka yarı yolda bırakacağını,

Seni sen olduğun için kabullenmeleri gerektiğini,
Dünyada milyonlarca gay ve lezbiyen olduğunu ve asla,
YALNIZ OLMADIĞINI

Hatırla !

“Eşcinselleri kabullenemiyorum” diyenler;

Eşcinselliğin seksten ibaret olmadığını,bir duygu-düşünce ve yaşam bütünü olduğunu,
Eşcinselliğin heran, her şekilde karşınıza eşinizin/dostunuzun/çocuklarınızın/torunlarınızın/anne/babanızın “eşcinselim” diye gelebilecek kadar doğal bir tercih olduğunu,
İyi ve kötünün dünyaya dağıldığını,kötü bir heteroseksüel olabileceği gibi mükemmel bir eşcinselin de varolabileceğini,
İnsanlara saygı çerçevesinde birlikte yaşadığımız bu dünyayı,yanlızca birbirimizi anlayarak güzelleştirebileceğimizi

Hatırlayalım
Son olarak;
Unutmayalım;
Eşcinsellik değil Homofobi bir hastalıktır ve tedavisi mümkündür.

Tedavisi; ANLAMAKTIR!
ALINTI...

22 Ocak 2010 Cuma

DR.AIDIN SALİH HANIM.....




Aydın hn.’ın konuşması;


Kardeşlerim, ben Özbekiztan’dan geldim. Orada bir Albay vardı, ihtilal yaptı, idama mahkum edildi. Ertesi gün idam edilecek, o eşine boğazının ağrıdığını söylüyor. Eşi de ona, ertesi gün idam edilecek adama karbonatla gargara yap diyor.


Sizler bana o hastalık nasıl geçer bu nasıl geçer diye soruyorsunuz. Ben sizlere başka bir şey anlatmak istiyorum. Yediklerinizi içtiklerinizi değiştirmezseniz, ilaçları kullanmayı bırakmazsanız yakın zamanda sizde kendi kendinizi idama mahkum edeceksiniz.


Nano, gen teknoloji ve şeytani yöntemler ile yeni ilaçlar yapılıyor. Bu ilaçlar kanseri iyileştirecek, menapozu düzeltecek denilecek, hepiniz bu ilaçlara koşacaksınız. Ve bu ilaçlar hepimizi insanlıktan çıkaracak. O küçücük ilaçlar birer varlıktır. Sizler bu varlıkların vücudunuza yerleşmesine izin veriyorsunuz. Bu küçücük ilaçlar (nano parçacıklar) ile bütün insanları yöSihirli İksirilmek üzere merkezi bir bilgisayara veya beyne bağlayacaklar.


Çin’de yeni küçücük nano parçacıklar, ilaçlar üretildi. Bütün bu ilaçlar nano teknoloji ile üretilip insanlığı Deccal’in yöSihirli İksirimine hazırlıyor. Herkes kendini Deccal’den korumalı.


(Dinleyicilerden birisi menapoz hakkında sorar) Kadınlar hiç hissetmeden menapoza girmeli, bir sorun varsa hemen oruç tutulmalı, hacamat yaptırmalı.


Her kadın, her erkek, her çocuk oruç tutmalı mutlaka. Yaşlılar 1 günden gençler hemen 3 günlük ile başlamalı. Yetişkinlerden imanı tam, namazı devamlı kılanlar hacamatı öğrenmeli. Çünkü insanlar çok fazla.


TV’yi izlemeyin, evlerden kaldırın. Bütün TV. Dizileri insanları programlıyor. Bilgisayara oyunları ile çocuklar Deccal’e kurban ediliyor.


(Eczacı bir hanım sinüzit hakkında soruyor) Sinüzit hiç bir şey değil. Oruçlarla hemen geçer. Eczacı hanım, sinüzit ilaçlarını yan etkilerinden dolayı kullanmadığını söylüyor. Aydın hn. peki kendin almıyorsun, insanlara niye satıyorsun diyor. Hanım mesleği olduğunu söylüyor. Aydın hn. kızıyor, “ o meslek seni haram götürüyor” diyor.


Allah 18 bin alemi ve varlıkları yarattı. Her varlığa devamlı ve mecburi zikir verdi. Sadece insana seçme hakkı verdi, sadece insan mecburi zikir etmiyor. İnsana da seçme hakkına sahipsin ama sorarım dedi. Eski ilaçlar insanı zikirden alıkoyardı. Kur’an-ı Kerim’de nice namaz kılanlar vardır, onları namazları boşadır der. Bütün hazır ilaçlar haramdır. Çünkü şeytani ürünlerdir, ben bundan kesinlikle eminim.


Amerika’da, İngiltere’de hayvanlar klonlanıyor ve bu hayvanların etleri Türkiye’ye geliyor. Sizler bu ürünleri yiyorsunuz, haberiniz yok. Bütün pastane ürünleri, yağlı ürünler hepsi şeytani, haram ürünlerdir. Haram yiyen namaz kılabiliyor mu, normal düşünebiliyor mu? Fakirullah Hazretleri (Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.’nin hocası) kendi yetiştirip yiyordu. Onun zamanında böyle bir şeye gerek yoktu. Onun böyle yapması bizlere örnek olmak istemesindendir.


Öyle bir zamandayız ki sadece kendi elinizle ilaç yapacaksınız. Çünkü aktarın sattığı şeyin nerden geldiğini ne satan biliyor ne biz biliyoruz. İsrail’den mi geliyor, hangi ülkeden geliyor, ahir zamandayız.. Kendi elinizle yabani otlar toplayın, bununla ilaç yapın.


Kan vermeyin, tahlil yaptırmayın. Çünkü İslam ülkelerinde çeteler var. Tahlil için kan veriyorsunuz, bu tahlilden bütün organların, vücudun durumunu çıkarıyorlar.


Büyük kliniklerde tahlillerde doktor sizden iki şeyin tahlilini ister ama onlar bütün vücudu tahlil ederler ve sonuçları yurtdışına gönderiyorlar. Biliyorsunuz İman Geni bulundu, bu tahlillerde iman geni var mı yok mu bakılıyor. Ama iman geni üzerine hiçbir şey etki edemez, asla değiştirilemez.


Korunmak için, daima abdestli olmak, zikir yapmak, oruç tutmak, kan aldırmak (hacamat ve sülükler ile), haram yememek (bütün hazır gıdalar ve ilaçlar haramdır) gerek. Abdestli insanın üzerine dışardan hiçbir şey yapılamaz.


Türkiye’de her türlü gıdada şeker yerine tatlandırıcı kullanılıyor. Glikoz, fruktoz ve aroma kullanılıyor. Bunları şeytani ürünlerdir ve insan bunları hazmedemez.


Sentetik insülin kullanan insanlar çok kötü durumda. Hazır yiyecekler, TV., müzik, lazer tedavisi, ilaçlar, bütün vitaminler, homeapeti ilaçları bunların hepsi insanları programlamaya yönelik, bilinçlerini ele geçirmeye yönelik kullanılıyorlar.


İngiltere’de küçük çipler üretiliyor derinin altına konuluyor. Bu çipler ile insanlar uzaktan yöSihirli İksiriliyor. Artık onlar insan değil, bilgisayarlaşmış robotlar, insanlıktan çıkmışlar.


Peki amaç ne; Şeytan Allah Adem’i yarattığında söyledi, ben onlara önlerinden, arkalarından, yukarıdan, aşağıdan, sağdan, soldan yaklaşıp yoldan çıkarıcam diyor ve kıyamete kadar da bu konuda izin alıyor.


O şimdi Alla’ ispat etmeye çalışıyor, bak sen kimi bana tercih ettin demeye çalışıyor. Amaç asla insanı öldürmek değil, yoldan çıkarmak, rezil etmek, yalvartmak, kendisine muhtaç kılmak. Sizler zaten bunu yapıyorsunuz. İlaçları bol bol kullanıyorsunuz, yaptığınız işler, haram haram yiyecekler alıyorsunuz.


İnsanlar artık çikolatayı, pepsiyi seviyorum diyor. Soruyorum inciri, üzümü sevmiyor musun, hayır diyor. Bunu söyleyen büyük bir cemaatin başı. Şeytani ürünleri seviyor, cenSihirli İksir ürünlerini sevmiyor. Ben sizlere cenSihirli İksir ürünlerini sevdirmeye çalışıyorum, gül kokusunu aldırmaya, sevdirmeye çalışıyorum.


Sülükler asla size zarar veremezler. O sadece görevini yapar.


Bakıyorum kadınlar artık hep oturarak namaz kılıyor, siz kendiniz kendinizi böyle yaptınız, yüzsüz, nasıl Allah’ın karşısında oturarak namaz kılıyorsun.


Her şey ilaçlarla başlıyor. Bakın şeytan sizi nasıl kandırıyor. İlk aspirinler söğüt ağacından yapılıyordu ve çok şifalıydı. Sonra söğütler yetmeyince sentetik aspirin yapılmaya başlandı. Sentetik olan hiçbir şeyi vücut eritemez, bütün ilaçlar sentetiktir. İnsülün önceden domuzdan yapılıyordu, o şifalıydı. Artık insülün sentetik. Sentetik aspirin vücutta eklemlerde romatizma yapıyor. Anemi yapıyor. Lösemide başlangıç sebep aspirin.


Kan sulandırıcı olarak aspirin değil, limon suyu kullanın. Limon suyu her türlü iltihabı eritir, söker.


Tıbbi tedavi ile aranızda daha iyi olan, iyileşen var mı? (Cevap yok) Beter olsun size bu yoldan dönmediğiniz sürece. Hz. Muhammes (s.a.v) dedi size üç şeyde şifa var, oruç tutmak, kan aldırmak ve dağlama, sizi dağlamadan men ettim. Lazer, kızgın, kuvvetlendirilmiş ateştir.


Mide de ne problem varsa 3 günlük oruçlardan sonra kan grubuna göre diyet yapın, tamam, hiçbir problem kalmaz. Mide için açlıktan daha iyi ilaç yoktur.


Araştırma hastaneleri, insanlar üzerinde yeni nesil ilaçları (nano teknoloji ile üretilenler) deniyorlar, insanları kobay olarak kullanıyorlar.


Türkiye’ye yeni nesil ilaçlar geldi. Grip aşısı ve hepatit B aşıları nano teknoji ile üretilmiş çiplerdir. Bunları kesinlikle olmayın, bu çipleri vücudunuza sokmayın.


Amerika’da 1999 yılında aşı yasaklandı. Büyük bir skandal oldu. Otistik çocukların sayısında % 60 artış oldu. Halk ayaklandı, araştırmalarda buna aşıların sebep olduğu anlaşıldı. Ve aşılar yasaklandı.


O aşılar Türkiye’ye yollandı. Şimdi Türkiye’de çocuklar hiperaktif, otistik doğuyor.


Midenizde hazmedilmemiş yemek bırakmayın, onu kusun mutlaka.


Hayat çok kolay siz onu zorlaştırıyorsunuz.


Bugünkü yağların hepsi kolestorelü yükseltiyor çünkü yağ değiller, hepsi kimyasallaştırılmış. Saf sızma zeytinyağı kolestorelü yükseltmez. Zeytinyağı mübarektir.


Piyasada satılına margarin, mısırözü yağı, ayçiçeği yağı, fındık yağı bütün damarları tıkar.


Kabızlık bütün hastalıkların başı ve sebebidir. Mutlaka geçirmek lazım. Normal bir insan günde kere tuvalete çıkmalı. Sinameki mutlaka kullanın. Ama çay yaparak içmeyin işe yaramaz, nane gibi her yemeğin üzerine serpin. Karaciğer hasta ise kabızlık olur, karaciğeri temizlemek lazım.


Sinameki mübarek bir ottur. Hz. Muhammed (s.a.v) dört ot söylemiştir. Sinameki bunlardan biridir. Yemekten önce alınırsa kalp damarını açar, yemekten sonra alınırsa müshildir, bağırsaklara yardımcı olur. Kaynatarak çay gibi kullanmayın zararlıdır, nane gibi yemeklere kullanın. Veya bir çay kaşığı sinamekiyi suyla için.


Bitkileri kaynatarak kullanmamak gerek, çiğ veya döverek, kurutarak kullanılmalı.


Ağrı kesici asla kullanmayın, ağrıyı geçirmek mümkün değil, yasaktır, günahtır. Aldığınız ağrı kesiciler ile ağrılar geçmiyor, o bölgede ağrı bloke oluyor. Siz enin sonunda ama bu dünyada ama kabirde o ağrıyı çekeceksiniz. Ağrı ile vücut bağışıklık sistemine bilgi veriyor, sinyal gönderiyor. Bu bölgede sorun var diyor mesela kimyasal maddeler bu bölgede toplandı, bir şeyler yap diyor. Ama siz ağrı kesici alınca bağışıklık sistemine bu bilgi gitmiyor, önünü tıkıyorsunuz ve vücut tedavisine başlayamıyor.


Her hastalığa çare var. Ancak egzama, sedef, vikiluga, alaca, uyuz gibi deri hastalıklarını dışarıdan tedavi etmeyin. Bu hastalıkların vücudun savunma sistemi kendini iç hastalıklardan korumak için yapar. Siz ilaçlarla derideki bu hastalıkları iyileştireyim derken vücudu savunmasız bırakıyorsunuz. Vücut egzama ile içerde bir hastalık oluşmaması için bir şeyleri dışarı atmaya çalışıyor, siz ilaçlar ile bu yolu tıkıyorsunuz. Kendi kendinize zulüm ediyorsunuz.


Bütün hastalıkları haram, karışık ve zararlı yemek yapıyor, başka hiçbir sorun yok. Alerjilerin hepsinin sebebi budur. Güneş alerjisi olmak diye bir şey yoktur. Polen alerjisi, alerji değildir, tıkanmış vücut o mevsimde o polenler sayesinde dışarıya bir şey atmaya çalışıyor.


(Basur, hemoroid sorulur) basura sakın müdahale etmeyin, basur kanı ile vücut karaciğer ve dalakta birikmiş toksinleri atıyor. Basur kanaması durdurulursa siz belki kanser olacaksınız. Burada yapılması gereken basuru vücuttan kesmek değil, içerideki hasta organları tedavi etmek, boşalmaktır. İçerisi tedavi olduğunda dışarıdaki hastalıkların hepsi kendiliğinden vücudu terk ederler, çünkü onlara artık gerek kalmaz. Oruçlar, hacamat ve sülükler ile hepsi geçiyor. Burada tedavi olmuş olanlar var, onlara sorun.


Şimdilerde gençler evleniyor, birleşemiyorlar. Tek sebep cinlerdir. Tedavi ise haram yememek, oruç ve hacamattır.


Bugünkü doktorlar ilim sahibi değiller. Onlar batının bilim dedikleri bilgi ile eğitim alıyorlar. Bilim ise ilim değildir. İlim sadece İslam’dadır. Sadece Allah’ın kitabında ve Resullullah’ın sünSihirli İksirindedir. İslam’da her şey var. Bizler hepimiz ilim öğrenmeli ve öğretmeliyiz.


Artık deniyor ki, ben ne kadar zekiyim, kızım oğlum ne kadar zeki. Bu yanlış. Mümin akıllıdır, şeytan zekidir.


Bilim ile ilmi, akıl ile zekayı karıştırmayalım.


Siz tıbbi ilim deniyor buna aldanıyorsunuz, tıbbi ilim sadece İslam’da peygamberimizin sünSihirli İksiri ve Allah’ın kitabında vardır.


Allah kadını rahim için yaratmıştır, kadının erkekten tek farkı rahimdir. Kadının enerji noktası rahimdir. Rahmi alınmış kadın ölü gibidir. Rahmi alınan kadın tövbe etmeli.


Isırgan otu ve adaçağı ostrojen hormonu içerir. Kadınlar devamlı içmeli.


Bütün oruçlara niyetlenerek başlanır. Dinimizde 3 günlük açlığa izin vardır. İftar vaktinde bir yudum su iftar için yeterlidir. Hz. Muhammed (s.a.v) Hira dağında 40 gün ne yer ne içerdi. Abdulkadir Geylani hz.’leri 40 gün halvete çekildiğinde ne yer içerdi. Tamam onlar büyükler, biz onlar gibi olmayız. Ama herkes 3 günlük oruç tutabilir. 3 günlük oruçlar ile bütün hastalıkları vücut atar. Muhakkak niyet ediyoruz, niyetsiz oruç ve sağlık olmaz. Hücrenin (ve buna bağlı olarak insan vücudunun kendinde depoladığı) 40 günlük rızkı vardır. Yeni doğmuş çocuğu bırakın çöle 40 gün sonra gidip canlı bulabilirsiniz.


3 günlük oruçlarda ne kadar su içilmezse (ya da az içilirse) vücut birikmiş depoları çözer, kullanır, zararlıları vücuttan atar.


Romatizma diye bir hastalık yoktur. Bütün hastalıkların isimleri uydurulmuş. Yapılması gereken tek şey yemekleri kan grubuna göre düzeltmek, az yemek, oruç tutmak, hacamat yaptırmaktır.


Halsizlik ve çok uyuma hakkında sorulur. Ne kadar az yersen o kadar az uykuya ihtiyaç duyarsın. 3 günlük, 10 günlük oruç tutmuş gençler var aramızda sorun onlara.


Bağırsak gazları hakkında sorulur. Yeni Müslüman olduğum zamanlarda ben de sürekli bağırsak gazı oluyordu. Abdestim bozulmasın diye ben onu tutuyordum. Sonra çok dua ettim bu konuda. Bir süre sonra dikkat ettim bu gazlar normal çıkması gereken yerden değil, ağızdan çıkmaya başladılar. Ağızdan çıkınca abdest bozulmuyor biliyorsunuz.


Abdest çok önemli, en büyük koruyucudur. Abdest bir mümini her şeyden korur. Şeytan da abdesti bozmak için her şeyi yapar. Gaz oluşmaması için yemeklerin arasının çok olması ve karışık yememek lazım.


Bir gün Hz. Muhammed (s.a.v.) camiye gelir, Ebu bekir’i görür. Ne yapıyorsun der. Ebu Bekir çok aç olduğunu söyler. Peygamberimiz haydi filan kişinin evine gidelim der. Giderler kendilerine hurma ikram edilir. Sonra bir koyun kesilir, onu da yerler. Hz. Muhammed aleyhisselam Ebu Bekir’e “vallahi bu yediğimizin hesabı vardır” der. Sizler sürekli bir şeyler yiyorsunuz.


Her şey zihinde, bizler utanma hissini kaybettik. Yaptıklarımızdan utanmıyoruz artık. Haya, insanı her şeyden kurtarır.


Tedavi sadece peygamberimizin usulü olmalı. Yahudilerin tedavilerinden tedavi olmaz.


Çocuğu olmayanlarda kadında sorun varsa, kesin erkekte de vardır. İkisi birlikte tedavi olmalı. Birlikte oruç tutmalılar, sülükleri makata, rahim ağzına kapatmalılar. Makatta 100 tane akupunktur noktası vardır direk beyin ile bağlantılıdır, yine 100 tane akupunktur noktası böbrek ve buna bağlı olarak üreme organları ile bağlıdır. Her yaşta kadın erkek bunları yaparsa şifa bulur, örnekleri vardır.


Allah bebeği perdeli perdeli bir mekanda sır olarak yaratır. Bu bebeğin bakıcıları yıldızlardır. Kadınlar ne kadar hayasız oluyorlar, ağrım var diye ortalığı ayağa kaldırıyorlar. Doktorlar kadın sussun diye serum veriyor. Serum ile kadına sentetik hormon verilmiş oluyor. Bu hormon rahimi patlatıyor, o zaman sezeryana mecbur kalınıyor. Her sezeryan kadın vücuduna, rahme saldırıdır. Kadının mutlaka tövbe, istiğfar etmesi gerekir.


İstatistiklere göre yurtdışında sezaryanla doğan çocukların % 70’i ileri yaşlarda şizofren oluyor. Yurtdışında zorunlu olmadıkça asla sezeryan doğum yapılmaz.


Kediler, köpekler hepsi kendileri doğum yapıyor siz niye hastaneye gidiyorsunuz. Allah insanı hayvanlardan daha mı aciz yarattı. Kadın için doğumdan daha doğal ne var. Ne diye hastaneye gidiyorsunuz. Eskiden kadınlar evde doğum yaparlardı. Doğumu küvette, ılık suda, 150 gr. Zeytinyağı içerek kolaylıkla yapabilirsiniz.


Doğum kontrol olarak spiral falan kullanmayın. Nar kabuğunu toz haline getirin, rahim ağzına koyun.


(Bir bayan lenf kanseri olduğunu, kemoterapi gördüğünü söylüyor) Kemoterapi ilacı aslında bir böcek ilacıdır. Böceği öldüren senin hem hasta hem sağlıklı hücrelerini de öldürecektir. Bana kanser teşhisi konulmuş olarak gelen hastaların % 97’si iyileşiyor. Demek ki bu hastalar gerçekten kanser değiller. Çünkü gerçek kanserin çaresi yok.


Dinleyicilerden bir bayan laboratuarda çalıştığını söylüyor. “Ben yıllarca kemoterapi gören kanser hastalarını gördüm. Ama iyileşen hiç görmedim” diyor.


Kansere tedavi yoktur. Kanser değilse iyileşir. Kanser gerçek ise ölür ama ölümünde şereflisi gerektir. Allah yolunda ölünürse şerefli olur. Şeytana yalvara yalvara (ilaçlı tedaviler) ölümün nesi şerefli.


Fıtıkları oruçlar ve hacamatlar vücuttan atar.


Hormon bozukluğunu yapan kullandığınız ilaçların kendileri. Kullandığınız bütün ilaçları bırakmalısınız.


İnsanların zihniyeti artık iyice bozuldu. Doğru diye bildikleri yanlışları yapıyorlar, artık uyanmak gerek.


Aybaşının hicri ayın başında olması gerekir ve en fazla 3 gün sürmeli. Şimdi artık 7 gün, 10 gün sürüyor. Normal değil bunlar.


Bütün ambalajlı yiyeceklerde ve temizlik malzemelerinde (deterjanlarda) ostrojen hormonuna benzeyen bir hormon vardır. Bunları kullanıyorsunuz o zaman vücudun hormonlarında dengesizlikler oluşuyor. Yapılması gereken yemekleri düzeltmek, ambalajlı, dışardan yemek almamak, detarjanları kullanmayı bırakmak, oruçları tutmak, hacamat yapmak lazım.

İBADETLER VE ENERJİ .....



Doğal evrenin akışına, yaradılışın esasına uygun bir teslimiyetle bilinçlenmiş bir yaşam tarzı yanında, hayat bize tecrübeler ve deneyimlerle pek çok öğretiyi de getirmiş. Yeni yöntemler ararken eski öğretilerin ışığından, bilgisinden çokça yararlanıp değerlendirdik. Bu bilgiler zamanla alışkanlık haline gelmişti. İçeriğindeki mesajı incelediğimizde bize varoluş yasalarını ve amacı anlatıyordu. Uygulanan ritüellerde sadece bir araçtı. Bazen bedeni, ruhu, zihni, dolayısı ile yaşamı kontrol altında tutmak, eğitmek yönlendirmek veya tetiklemek adına. Bakıyoruz da zamanla araçlar ya amaç edinilmiş, yada alışkanlık olmuş. Hepsinde ana tema tekamül için alınacak yolda insanın kendini işaret ediyordu. İçe dönük bir arayıştan evrene bütünleşerek var olmaya, paylaşarak çoğalmaya giden yolu gösteriyordu. Özellikle ibadetler!
Konu yalnızca inanç sistemimizden ele alınırsa bile bize gösterilen, işaret edilen hedef apaçık ortada idi. Ama bizler cennet cehennem hesabı ile günah sevap muhasebesinin karmaşasından, doğru yaşamı uygulayacak, huzur sevgi bilgi insanının getireceği erdemliliği sunan o sistemin şekillerine takılmıştık.Veya o sistemi kendi görüş alanının değerlendirmelerine çekmek, bazen de sistemi elinde tutarak güç, rant elde etmek için bizi oyalamalarına müsaade etmiştik. Oysaki sadece enerji çalışmaları yönüyle baksak bile ibadetler, bizim enerji sistemimiz için harika yol, yön gösterici olduğu kadar, enerji dengeleme- düzenleme için mükemmel çalışmalar. Hele kozmik ışınlardan olan burçların yaydığı enerjilerin, daha biz anne karnındayken başlayan beyin açılımları ve belli terkiplerle programlanışımız, kimlik oluşumunlarındaki etkilerini bilmek bize yaptığımız zikirlerin aslında yeni beyin programlarını yapabilmenin yollarının en mükemmeli olduğunu; cüz-i iradeyi külli iradeye geçirmenin, tekamüle giden yolu nasıl bilinçli ve kısa kıldığını bilmek. Tapındığımız tanrı yerine bir olduğumuz, özgür iradenin elimde olduğu yaratıcı güce sahip olmanın bilincinin verdiği önermeler. Bizler çoğu kez bize önerilenleri emir telakki edip yeterince irdeleyemedik. Temeli bilimsel gerçeklere dayanan İslam dini; aslında bize kim olduğumuzu, yaradılış sebebimizi ve gayemizi, var oluşu ve evrensel boyutta varlıklar olarak bir yaşamı ve ölüm ötesi dediğimiz diğer boyutlardaki yaşamımız için gerekli olan bütün bilgileri bize apaçık vermiştir. Ama az önce açıklamaya çalıştığım sebeplerden ötürü, bizler olayı tekamülümüz, şuur bilinç seviyemizin bakış açısı ve çevresel faktörlerin oluşturduğu şartlanmalarla ibadet etmeye, sevap sayısına göre cennet hesabını yapmaktan çoğu kez ana mesajı kaçırıyoruz. Tıpkı diğer kişisel gelişim metotlarında elin duruş şekli, sembol çizimi, nefes veya meditasyon tekniklerinin şekilsel uygulamaları ile kişisel gelişimimizin tamamlanacağını sanmamız gibi. Enerjilerimizi kontrol altına alarak, dengeleyip arındırarak ve güçlendirerek bu gelişime sadece yardımcı olabileceğimizi; ama esas konunun bizim içsel gücümüz, öz benliğimizin açığa çıkması için bilinç aşamasının bizim kendi mücadelemiz olduğunu bilmemiz gerekir.                                     Ben şifacılık çalışmalarımda bütünsel iyileşim konusunu çok yönlü araştırırken dikkatimi çeken en önemli konulardan biri, enerji gelişim ve sağaltım yöntemlerinden en gelişmiş metodun bize ibadetler şeklinde dinlerin önermesiydi. Kendi dinim olan islamiyeti diğer dinlere göre daha kapsamlı inceleyebilme fırsatım olduğu ve onu yaşayabildiğim için, sufizm ile sprütüelizm arasındaki ortak alanı, bağlantıyı, benzerliği veya bir deyişle mana alemindeki işaret edilen mesajın temelde aynı olduğunun farkındaydım. Tekamül aşama sıralamasında bile eş değer bir geçişi aynı açıdan değerlendiriyordu. (Daha önceki yazılarımda uzunca anlattığım benzer aşamalar) Ama ibadetler konusunda ise olay daha net olarak bizim enerji çalışmalarımızla ortak benzerliği hatta kusursuz mükemmelliği ortaya koyuyordu. İlk dikkatimi çeken yaradanı ile bir olmayı bütünleşmeyi amaçlayan; ve bunun için dış kabuğun olumsuzluklarını bize inceleme ve arındırmayı amaçlayan ibadetlere başlarlarken aldığımız abdesdin fiziki bedeni negatif enerjilerden düzgün bir programla çok kolay atması idi. Biyolojik bedenimizdeki enerji elektrik sistemimizin olumsuz enerjileri en kolay ve çabuk atabilen bölümleri (çıkış kanallarımız) olan ellerimiz, ayaklarımız ve başımızın üst yan bölümleri; abdesteki su veya toprakla önce uyarılıyor ve sağaltma işlemi olan nadiler yönünce sıvazlanarak bir şekilde yönlendirilmeli çıkış yaptırılıyordu.Ve bunun için kullanılan her uzuv bizim sağaltma işlemindeki sıralama ve enerji sistemindeki, enerji hareket mekanizmasına uygun uyarılıyordu. Bence olayın hijyenik temizlik kadar uyarma ve sağaltma amacı ağırlıklı olarak düzenlenmişti. Çünkü teyemmüm de kullanılan toprak temizlik amaçlı değildi. Su ve toprak enerjisinin olumsuz enerjiyi atmak için çıkış merkezlerini kuvvetli uyarımı öncelikli söz konusu.Bu arada yapılan niyet ve düşünce enerjisinin o anki yönlenmesi olayı bir kez daha kuvvetlendiriyor. Üzgün, öfkeli ve karamsar olduğunuz anlarda (negatif yüklü olduğumuzda) abdestli iseniz bile, bir daha abdest alın ferahlarsınız hadisi şerifi bu tespitimi doğruluyor. Cenaze törenlerinden (negatif enerjilerin yoğun bulunduğu ) sonra boy abdesti alın uyarısı da bunu teyit ediyor.
Peki namazdaki ellerimizin hareketlerine ve beden hareketlerimize bir dikkat edelim. Reiki ve yogada yaptığımız ritüellerle benzerliğini 'bana göre üstünlüğünü'fark ettinizmi! Ellerimizi koyduğumuz yerler çarka marma ve tsobo noktaları değilmi? Niyetten başlayarak önce iki kulağımızın yanındaki en önemli merkezi; beyin enerjisinin beden enerjisine bağlantı noktası olan dönüşüm kanallarını, yönlendirilmiş enerjinin en önemli çıkış kanalı olan el çakraları ile uyarıp, hatta makro kozmoza megalitik kanal açıp niyet ediyoruz. Beyne yeni bir program için komut vermenin en etkin yolu. Ve bu programlanmış beyin enerjisinin beden enerjisi ile kombine bir çalışma yapması için dönüşüm kanallarının belli bir zaman dahilinde uyarılı kalması ve geçişi kontrollü olarak belli bir hızda sağlaması hiç de tesadüfi bir olay değil. Tamamı ile enerjilerin en doğru kullanımı ile yapılan işlemin en yararlı hale gelmesi planlanmış ve bu işlemler ayrıca enerjileri dengeleme, yükleme metotları olarak uyguladığımız yöntemlerden daha iyi düzenleme yaparak oradan enerjilerimizin güçlenmesi ve bunun olumlu getirileri için büyük fırsat. İbadetlerin bizim için getirilerinin önemli bir bölümünü kapsıyor. Namaz esnasında zikrettiğimiz sure ve dualarla yeni beyin hücrelerinin devreye sokulması ve programlanması; o manaların ruh enerjimize yüklenmesi (meditasyonun en etkili şekli) namazın elle çakraların en uyarılımda olduğu ve enerjilerin daha hızla aktığı bir duruş pozisyonunda, bu işlemler diğer pozisyonlardan daha etkili bir geçerlilik sağlıyor. Kadınlarda erkeklere göre daha aktif ve devir ritminin daha kolay bozulma eğilimli olan dördüncü çakrada iki elin üst üste tutulması, enerji geçişte ve dengelemede en etkili ve bilinçli uygulama metodu. Bir bakıma denetime alınması. Aynı durumun erkekte kadına göre daha aktif ve bozulma eğilimi fazla olan ikinci çakrada erkeklerin elini bağlaması; bizim gelişmiş terapi tekniklerimizin asırlardır kullanılıyor olduğunun açık bir göstergesi. Namaz kılarken belli bir süre açtığı megalitik alan kanalından enerji yüklenen, akışı hızlandıran kişi rukû, kıyam, secde gibi bilinçli programlanmış bir dizi ritüellerle enerjileri tam bir dengeleme, sıkışması muhtemel kritik bölgelerdeki 'eklem, omurilik, boyun' açılımı ve akışı sağlıyor. Üstelik ikinci tekrarla pekiştiriyor. İlk hareketle önce açıyor, ikinci tekrarla akışa yol, yön veriyor. Profesyonel bio enerji uzmanları bu hareketlerin ve takip edilen programın, en ileri teknik uygulamadan daha etkili olduğunu anlarlar.
Ve muhteşem secde anı! Bu pozisyonda ise; enerji kullanım metodları içinde Uzakdoğu eğitimlerinin en etkili üst kategoride yer alan bir çalışmanın benzer mükemmelini görüyoruz. Önce yedi çakranın yer aldığı omurilik bölgesi dik tutuluyor. Ayak duruşları sıradan bir duruş değil. Parmakların geriye alınması ve ayak pozisyonu refleksoloji noktalarını tam uyarıma geçiriyor. Yogada olduğu gibi tabanlar yukarı çevriliyor. Çıkış kanalı olarak kullandığımız dünya enerji planına bağlı kanalın kozmik alana çevrilmesi. Vücut önemli bir pozisyona önce hazırlanıyor. Ve o sırada okunan dualar diğer dualardan farklı bir titreşimde; sakinleştirici ritmi dengeleyici, uzatma ritmi bile farklı. Ve hızla secdeye varılıyor. Kulun yaradanla bir olduğu an! (FARKETTİĞİ) Birinci çakra bağlı bulunduğu dünya enerji alanından yatay bir alana çekiliyor. Yeryüzü çekim alanından çıkıyor. Omurilik belli bir eğimle aşağı doğru meyilleniyor. Ve makro kozmik alana bağlı yedinci çakra yatay bir eğilimle ters istikamete dönüyor. Altıncı çakra tam olarak yerde. Kuyruk sokumu üzerinde bulunan ve çok özel tetikleme teknikleri ile devreye sokabildiğimiz kundalini enerjisi; 'ki bu çok önemli bir enerji stoğumuzdur' ayak pozisyonundan tutun, ellerimizin yerdeki duruşu, omurilik boyunca sıralanan çakraların mevcut eğiliminden hızla altıncı çakraya doğru geçiş yapıyor. Birinci ve yedinci çakraların genel yerlerinde olmayışı; bizim zihnimizin gevezeliğini durdurup dünya enerji bağlantımızı birinci çakradan koparmamız anı yaşamamıza vesile oluyor. Secdede okunan zikirlerde mana anlamında tam olaya uygun. Teslimiyeti vurguluyor. Kulun teslimiyeti, altıncı bilinç halini yaşadığı an. Enerji akışı tam geçiş yapıp bütün tıkanıkları açabilecek hızda ve ruhen de, zihnen de hazır. Kulun yaradanına en yakın olduğu vecd hali. Tam teslimiyet. Allah'a ermek! Yokluğunu bilmek. Fena fillah. Secde halini uzak doğuda çok özel törenlerde, belli günlerde toplanıp bir kişi (bu saf bir çocuk veya ermiş bir guru olabiliyor) benzer secdeyi yapıyor. Çevresindekiler ona kanal olup sadece enerjisinden yararlanıyor. Sıradan kişilerin belli bir seviyeye gelmeden yapma izni ve cesareti direkt olarak yok. Bizde ise herkese açık güveniliyoruz, tavsiye ile teşvik ediliyoruz.


Sevgi ile kalın...


(ALINTI-Reyhan Sözen)