27 Mayıs 2010 Perşembe

ÇOCUKLARIMIZI KARANLIKTA BIRAKMAYALIM....


Homoloket’ten Can Celebi ile yapılan söyleşi eşcinselliğin Hollandalı Türk Toplumu’nda konuşulabilir olmaya başladığını gösteren bir örnek.
Amsterdam’da yaşamakta olan Can Çelebi, ülke çapında Hollanda'da yaşayan Türk kökenli eşcinseller ve ailelerine psikososyal yardım sağlayan Homoloket’in kurucularından.

IOT(Hollanda’da Türkler İçin Danışma Organı)’nin yayınladığı SÖZHAKKI adlı dergide eşcinsellik ilk kez konu ediliyor. “Kimileri için küçük ama Hollanda’da yaşayan, baskın heteroseksüel Türk azınlığın içinde var olma, kabul edilme, onurlu yaşayabilme mücadelesi veren Türkiyeli Eşcinseller için çok büyük bir başarı bu.” cümleleri Homolokot’ten Kamil Namoğlu’na ait.

Eşcinsellik neredeyse her kültürde bir tabu olarak karşımıza çıkıyor, bazı kültürlerde az, bazı kültürlerde daha çok hoşgörüyle yaklaşılan ama her kültürde zorlukları olan bir yaşam biçimi. Yani sadece Türk toplumunda değil, dünyanın her yerinde eşcinsellik bir ahlak anlayışı ile ele alınıyor ama aslında olması gereken eşcinselliğe, siyasal bir eşit haklar mücadelesi çerçevesi içinde yaklaşılması.

Maalesef hala eşcinselliğe bakış acısının ne olduğunu bireyin ya da grupların kendi referansları belirliyor. Hangi düşünce ve hangi bakış açısı ile bu konuya bakılmakta? Eşcinselliğe bakışını belirlemesi için ilk çıkış noktası kişinin yaşam biçimi ve de kendi değer yargıları. Bu da herkese göre değişiyor. Kimisi Dinini, kimisi kültürünü referans olarak alıyor.

Hollanda’da konu Türk eşcinselleri olunca ne yazık ki tek taraflı bir tartışma söz konusu. İslam tolere ediyor mu, etmiyor mu? Aslında bu, konuyu bir bakıma çarptırmak ve hatta Eşcinsellerin kendi için de dahi bir polarizasyon yaratmaktan başka bir ise yaramıyor, ister öyle ister böyle tartışalım bir gerçeği değiştiremiyoruz o da eşcinselliğin var olduğu ve her toplumda yaşandığı gerçeğidir.

Dünyada eşcinselliği kabul eden hiç bir tek tanrılı din yoktur. Hatta eşcinselliğin ilk kez kurumsallaştığı yerin Hıristiyanlık ve de kilise olmasına rağmen bu gün Hıristiyanlık en büyük eşcinsellik düşmanıdır.

Böyle bir gerçekten yola çıkarsak, İslam’da olur mu, olmaz mı tartışması biraz tek taraflı kalmıyor mu sizce de?

Eğer bir gerçeği doğmalar üzerinden tartışmaya başlarsak sanırım işin içinden çıkamaz, bir takım şoven politik guruplara çanak tutarız, hepsi o kadar.

Toplumun eşcinselliğe bakışı
Genelde eşcinsel denilince insanların aklına efemine - kadınsı, kıvırtan, ona buna musallat olan, gayri ciddi tipler geliyor.

Medyada eşcinselliğin karikatürize edilmesi medyanın bu tipleri kullanarak bu işten para kazanması olayına dayanır. Son zamanlardaki bir kaç film ve Amerikan dizilerini saymazsak medyada ciddi ya da trajik olarak eşcinsel imajına rastlamak çok zordur.
Genelde insanları güldürmek için karikatürize edilmektedirler.

Komedi unsuru olarak kullanılıyor; aynı şey Lazlar ya da siyahlar için de geçerli. Yani karikatürize edilen çok şey var. Olmasa daha iyi olurdu ama var bir kere. Bu tablonun da kolay kolay değişeceği yok.

Boynunda kırmızı bir atkısı olan, azıcık kırıtan erkek tipleri ilk görüşte kahkahayı bastığımız eşcinsellerdir. Buna rağmen kadın eşcinseller yani lezbiyen tipinin komikleştirilmesi çok daha zor ve pek de pirim yapan bir komedi unsuru değildir. Lezbiyenler medyaya/topluma bu tür bir malzeme sağlamamışlardır. Bunun en büyük nedeni erkekliğin/erkeksiliğin komik bir şey olmaktan çok desteklenen onur duyulan bir tavır olmasından kaynaklanıyor olabilir. Yani aslında bir bakıma eşcinsel tipler üzerinden kadınsılık, kadın olmakta aşağılanan bir imajdır.

Karikatürize edilen insanların karakter olarak tanımlanması çok zordur; karakter olarak tanımlanmak için kişinin taşıdığı bireysel özelliklerin ortaya ince ince işlenip ortaya çıkartılması lazım. Bunun için de eşcinsellerin toplumda daha doğru daha farklı tanıtılmaları lazım.

Eşcinsellerin yüzde 85’i aslında bu karikatürize edilen tiplere, pek de uyan tipler değiller. Çok ufak bir grup bu tiplemeye yakın durmakla birlikte bu kesimin içinde bazı farklı alt gruplar da var. Gözlemlendiği kadarıyla eşcinsellerin yüzde 85’i, heteroseksüeller nasıl yaşıyorsa, aynen öyle yaşamaktadırlar. Yani bir partnerleri vardır ve profesyonelce yaptıkları bir işleri. Heteroseksüellerle aralarında yaşam biçimi olarak neredeyse hiç bir fark yoktur.

İşin kötü tarafı aynı heteroseksüeller gibi yaşamalarına rağmen, heteroseksüeller kadar özgür değillerdir. İlk önce ellerinden alınan bir kimlik sorunları vardır çünkü.

Eşcinseller, “biz eşimle aynı evde yaşıyoruz, kazandığımız parayı aynı hesaba yatırıyoruz, evimizi geçindirmeye çalışıyoruz, vergi veriyoruz, askere gidiyoruz, toplumsal tüm sorumluluklarımızı yerine getiriyoruz” demelerine rağmen ne kamusal ne de hukuksal alanda kendilerini global olarak yasallaştıramıyorlar. Bu durum birçok ülkede farklılıklar gösteriyor. Örneğin Hollanda’daki eşit haklar Türkiye’de hala elde edilmiş değil.

Gizli saklı yaşanan bir yaşam biçimi

Çok çok kötü bir şey olsaydı, yani insanların hayatını yıkan bir olay olsaydı, insanlar bu gizli saklı yaşamı zaten göze almazlardı sanırım. Hem kendini sakla hem ezil hem de böyle bir hayatı seç… Diyelim ki mavi gözlü ve de yapışık parmaklısınız. Öyle doğmuşsunuz. Ama mavi gözlü ve de bitişik parmaklı olmak dünyada o kadar kötülenmiş ki, bu özelliğinizi devamlı olarak saklamaya çalışıyorsunuz.

Hiç bir şekilde insanlara göstermeden; böyle bir duyguyu/durumu gözlerinizin önüne getirebiliyor musunuz, eğer cevabınız evetse belki onlarla biraz empati kurulabilirsiniz.

Benim bir tanıdığım var, Faslı. İnanılmaz kibar ve yardımsever birisi. Faslı olduğu için o kadar çok ezilmiş ki, her şeyden önce kendisini Faslı değil de İspanyol olarak tanıtıyor.

O kimlik onu o kadar ezmiş ki, tanıştığı insanlara ben Faslı değil, İspanyol’um diyor. Annesi babası bildiğimiz tipik Faslı insanlar, kendisi sünnetli, evleri günün her saati mis gibi nane çayı içilen bir ev. Ama dışarıda, kendi grubunun içine girince ben İspanyol’um diyor.

Fas’ın İspanyaya yakın tarafında büyümüş, İspanyolca da konuşuyor. O zaman Faslı kimliğini geri itmek zorunda hissediyor kendisini; çünkü Faslı kimliği bu toplum tarafından reddedilen sürekli olarak tü kaka bir kimlik. Ne yazık ki içine doğduğu kültürünün tüm zenginliklerine ve de derinliklerine rağmen kendisini bu kimlikte tanıtmak istemiyor. Topluma daha sempatik gelen bir kültürü, İspanyol kültürünü kendine kimlik olarak seçmiş.

Bu çok üzücü bir durum, çünkü onun Faslı kimliği çok daha önemli. En başta kendine ait bir kültür çünkü.

Kendi biyografime baktığım zaman

Ben 6 yaşında eşcinselliğimin farkına vardım. Ailemd e farkına varıyordu aslında ama onlar 3 maymunu oynamayı tercih etti. Duymadım, görmedim, bilmiyorum.

Babam tarafından daha bir tolere edildim, onunla konuşabiliyordum. 12-13 yaşına gelince sınıfta bir çocuğu beğendiğimi söyledim. Çünkü ona hiç yalan söylememem öğretilmişti bana. Bunu da içimden gelen doğal bir şey olarak anlattım ona.

Babam bu yaşlarda böyle duyguların olabileceğini en iyisinin bir doktora danışmak olduğunu söyledi. Çok şanslıydım oldukça bilinçli ve eğitimli bir ailem vardı buna rağmen onlarında konuyla ilgili etraflıca bilgileri yoktu – dahası belki de şüpheleri vardı. Beraberce doktora gittik. Ve ben yaklaşık 2 yıl kadar, düzenli olarak doktora gitmek zorunda kaldım. Haftada bir sanırım yarım saat kırk dakika, doktorla konuşmaya gidiyordum. Aslında günlük şeylerden bahsediyorduk. Doktor bu arada bana sezdirmeden babama da yardımcı oluyordu sanırım, ona nasıl davranması gerektiğini anlatıyordu. Babam hiç bir zaman kızıp bağırmadı bana, beni cezalandırmadı. Sadece doktorun ilk sözü o mavi gözlerinin kısılmasına neden oldu, doktor ona eşcinselliğin bir hastalık olmadığını söylemişti. Bunun üzerine o büyük bir soğukkanlılıkla bu devirde insanlar böyle şeyleri hissedebilirler, yaşarlar dedi.

Babamın bana söylediği tek şey “aman bunu annene söyleme” olmuştu. Babam biliyordu ki annem dram yaratacak, olayı büyütecekti.

Doktorun bana verdiği en önemli şey kendimi korumayı öğrenmek oldu. Eşcinsel olmak senin için problem olmayabilir ama bazı insanlar için olabilir, diye beni uyardı.

Her hangi sağlıksız, bende iz bırakacak bir olayla karşılaşmamam için ellerinden geleni yaptılar, herhangi bir şey olursa onlara gidebileceğimi biliyordum.

Hayatımda başıma hiç kötü bir şey gelmedi, uzaktan aşık olup beğeniyordum o kadar. Cinsel bir tecrübe yaşamadım ergenlik çağında.

Okulda beğendiğim çocuk son derece çirkin sivilceli bir tipti ama çok çalışkandı, çok karizmatikti. Ona karşı sadece ilgi duyuyordum. Bunun içinde cinsellik var mıydı yok muydu o yaşlarda ben de bilmiyordum… Elbette vardı cinsellik. Ama o dönemin cinselliği. Ama sınıfta kız arkadaşına aşık olmak gibi bir şeydi bu anlayacağınız; yani o yaşta olan herkesin duygusal olarak hissettiği son derece normal olan hisler. Ama kesinlikle ergenlikte algılanan seks değildi bundan eminim.

Annemle bu konuyu ilerleyen yaşlarımda pek konuşmuş değilim, ama her şeyimi bilirler. Evli olduğumu biliyorlar; beraber yemeğe çıkıyoruz, tatile gidiyoruz.

Ben de mekanizmayı şunun üzerinden kurdum: madem konuşmak istemiyor, biliyor ama konuşmak istemiyorlar, o zaman konuşulmasın. Konuşmak zorunda değiliz. Herkes birbirinin hayatına/yaşam biçimine saygı duyacak; öyle ucuz kahramanlık yapılmasından yana değilim. Dışa açılmak demek kalkıp bir şeyleri birilerinin gözüne sokmak değil.

Annemin ve babamın kendilerine ait bir dünyaları var.

Bütün insanların kurulmuş bir dünyası var, Dışa açılma olayı, son derece dikkat isteyen bir şey.

Bir anlamı olmalı, yoksa insanların hayatlarında bazı taşların yerinden oynayacağının bilincinde olmak lazım.

Avrupalı farklı yaklaşıyor: ne olduğumu söylersem ancak rahatlar ve kimliğimi yaşarım diyor.

Her kültürde farklı.

Anne babaların eşcinselliği kabullenmesi
Şöyle bir gerçek var: biz anne ve babalarımızın hayatına belirli bir noktadan sonra katılıyoruz. Annemiz babamız evlenmiş. Onlar bir hayat yaşamışlar, o evlilik noktasına gelmişler; “eğer bir istisna yoksa” ikisi de heteroseksüel insanlar yani. Çocuk sahibi oluyorlar, onu yetiştirmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Bizlerde 20 yaşlarına gelip de, eşcinselliğimizin farkına varınca bunu onlarla paylaşmak istiyoruz. Çünkü saklamak bizleri yaralıyor, dürüst olmamak bizleri huzursuz ediyor.

Onlara öyle bir önermeyle gidiyoruz ki bu onların hiç alışık olmadıkları belki de hayatlarında hiç karşılaşmadıkları bir şey.
‘Size yaşadığınız 45 yılınızda öğretilenlerin dışında başka bir gerçek daha var’ diyoruz onlara.

Düşünün!
Bazı aileler özellikle şu mürüvvet olgusunu bir kenara koyarak yollarını SEVGİ – Kayıtsız şartsız SEVGİ üzerinden buluyorlar. Çocuğumu seviyorum. O benim evladım. Onu ben doğurdum, ben yetiştirdim, tüm farlılıklarıyla beraber o benim bir parçam diye düşünüyorlar. Onlara açılmanın birçok biçimi var, ya artık dayanamaz gider bir çırpıda söylersiniz ki genellikle bu biçim bazı çatışmaları körükler, ya da bu 2 insanın, anne ve babanın evlilik süreci içinde bazı pozitif noktalarını yakalar, sinyallerini yakalarsın ki öyle güzel noktalarını yakalarsın ki, yavaş yavaş sezdirerek anlatabilirsin. Her ne olursa olsun artık Hollandalı Türk toplumunda kemikleşmiş bir şey var o da ailece soluğu doktorların muayenehanesinde almak. Aslında bu yöntem gerek Türkiye’deki gerekse Hollandalı eşcinsel oluşumlar tarafından eleştirilse de, biz sıcak bakıyoruz. Doktora gitmek[1] özellikle Hollanda’da doktordan doğru bilgiyi almak; çocuğu cezalandırmaktan kendini cezalandırmaktan, bunalımlara girmekten, haçı, hoca ve üfürükçülerin kapılarında gözyaşları dökerek beklemekten ve daha birçok istenmeyen sonuçlardan kat be kat daha iyi geliyor bizlere. Tamam, eğer sizi rahatlatacak şey doktora gitmekse, hiç durmayın gidin. Orada içimiz rahat – eminiz ki gerek Hollandalı gerekse Türk doktorları burada sizlere doğru bilgiyi verecek ve sizlerle doğru bir plan dahilinde sorunun çözümü konusunda çalışacaklardır.

Ailelerin tepkisi
Birincisi aileler böyle bir şeyle karşılaştıkları zaman: biz nerde hata yaptık diyorlar. Anne babaların da kendi içlerinde, evlilik düzenlerinde problemleri var, her ailede olduğu gibi. Topu birbirlerine atıyorlar.
İlk şoku atlattıktan sonra, önce çocuğu ve arkadaş çevresini sonra kendilerini suçlamaya başlıyorlar.

Hollanda kültürünü suçlayanların sayısı da azımsanmayacak derecede. Burada olmasaydık, Türkiye’de yetişseydi, her şey bu kadar ortada olmasaydı belki de farklı olurdu diye düşünüyorlar. Ardından paylaşım geliyor; Anne babalar birbirleriyle ilk başta pek konuşamıyorlar. Akıllarına ilk gelen eşcinselliğin en bildik en karikatürize en yerilmiş hali... İnsanlarda bilgi eksikliği var. Bilmiyorlar ve korkuyorlar, bu yeni gerçeği hayatlarında nereye oturtacaklarını şaşırıyorlar.

Oğlu eşcinsel olan bir babanın ilk tepkisi, “Oğlum kombinezon mu giyiyor? Sutyen mi takacak, makyaj mı yapacak, saçını mı uzatacak? Kadın gibi mi olacak? Ben öyle maymun gibi sokakta gezmesine katlanamam; filancanın oğlu ibneymiş dedirtmem” oluyor.

Utanç mı duyuyorlar bilmiyorum ama gururlanmadıkları kesin. Biz de bir laf vardır kol kırılır yen içinde kalır diye. Bir dönem böyle geçiyor. Evde bir yas havası. Yakın çevrelerinden pek kimseyle konuşmuyorlar bu olayı duyulup damgalanmaktan, aşağılanıp dedikodularının yapılmasından korkuyorlar.

Belçika’da oturan bir Türk annesi tanıyorum, bozuk plak gibi hep “benim oğlanı Belçikalılar böyle yaptı” diyordu. Çünkü çocuğunun ilk partneri Belçikalı imiş. O zaman da suç Belçikalıların oluyor.

Bunu onlardan öğrendi. Yoksa yok bizim ailede, sülalede böylesi diyerek yeminler billahlar ediyordu.

Ona verdiğim cevabı çok iyi hatırlıyorum.
Ona sadece, “Emin misiniz?” demiştim. İnsan ailesinde sülalesinde hiç başka eşcinsel olmadığından nasıl bu kadar emin olabilir? Belki de sülalenizdeki ilk dürüst insan oğlunuzdur… Ne dersiniz?

Yabancı eşcinsellerin Hollanda toplumunda özel konumları var, çok çok dikkatli olmak zorundalar; özellikle ikinci kuşak.

İkinci kuşak dikkatli olmak zorunda istediğimiz yetişen üçüncü kuşak aynı sorunları yaşamasın. Gayet düzgün davranmak zorundalar, mecburlar çünkü. Zor bir yerde yaşıyoruz. Düzgün, örnek olabilecek şekilde yaşamak zorundayız.

Bizim “biz Türk kültüründen geliyoruz, bizde eşcinsellik yok, bizim kültürümüzden bir eşcinsel çıkarsa bu bizim kültürümüze ait değildir” deme lüksümüz yok.

Eşcinsellik kişinin içinde doğduğu kültürle ilgili bir şey değil.

Bir eşcinsel de sadece Türk kültürünü benimseyip, İslam dinini benimseyip var olabilir. Ben bir heteroseksüele, yatak odasında nasıl bir cinsellik yaşadığını sormuyorum. Bence bu çok çok özel bir şey ve buna hakkım yok ve beni de hiç ilgilendirmiyor zaten. Hiç birimizin birbirimizi bu kadar özel bir şeyden dolayı yargılama hakkımız yok.

Beni ilgilendiren o kişinin bu toplumda kim olduğu, nasıl davrandığı ve de topluma nasıl katkıda bulunduğudur.

Şu an bir eşcinsel olarak; Türk toplumunda kendini saklamak zorunda kalan, kendini topluma deşifre etmekten çekinen o kadar çok avukat, politikacı, doktor, iş adamı, polis, öğretmen, psikolog var ki… Say say bitmez. Ben bu insanların nasıl öğretmenlik yaptıkları ile ilgileniyorum. Kapısını kapattığı zaman evinde ne yaptı, kiminle hayatını paylaştığı, nasıl seks yaptığı beni ve de hiç kimseyi ilgilendirmiyor.

Böyle bir hakkımız yok.

Bizim dinimiz bizleri insani sevmeye çağırıyor, kültürümüz küçükleri koruyup büyüklere saygı duymamız üzerine kurulmuş. İslam’da en büyük ibadet çalışmaktır, bir şeyler yapmak faydalı olmak, bu toplumu kalkındıracak bir şeyler yapmaktır. Bunu yapabilecek kapasitedeki insanları kişiliklerinin sadece bir parçası olan cinsellik gibi bir nedenden dolayı, içimizden atamayız ya da ona hasta yaftası yapıştırmaya hakkımız yok.

Nasıl eşcinsel olunur?
Genelde aileler bana çocuklarıyla gelip “bunu düzelt’ diyorlar. Yani tedavi et…

Peki, nasıl düzelteceksin? Şunu açıkça söylemekte yarar var; eşcinsellik bir hastalık değildir, hastalık olmadığı içinde tedavisi yoktur, çünkü tedaviye gerek yoktur, yani anne babaların terminolojisiyle “ düzelmez!”
Yanlış bir şey olsaydı onca bilim insanı bunun düzelmesi için elbette bir şeyler yaparlar, metotlar geliştirirlerdi.

Heteroseksüel bir kızınız var diyelim, siz bu kızınızı ille de lezbiyen olacaksın diye zorla bir kadının koynuna sokabilir misiniz? İşte lezbiyen bir kızımızı tutup da evlenince düzelir diyerek bir adamla zorla evlendirmekte buna eşit bir yaklaşımdır.

Eşcinsellik bir hastalık değil, doğuştan gelen bir özelliktir. Fakat biz Hollandalı Türk toplumu içinde ne oluyor, eşcinsel olarak doğuyorsunuz; ama hayatınızın ilk 4 yılında öylesine büyük bir maço kültürün içinde büyüyorsunuz ki, içinizde taşıdığınız tüm duygular bu toplum tarafından yerden yere vuruluyor. Haliyle toplumdaki gözlemleriniz eşcinsel duygularınızı geri itmenize saklamanıza, neden oluyor.

Sosyolojik etkenlerle her ne kadar eşcinsel duygularımızı geriye itsek de, dışarıdan bakınca onların istedikleri gibi görünsek de; bir erkeğin erkeğe, bir kadının kadına duyduğu ilgiyi yok edemiyoruz. İnsanı en babaerkil topluma şokun; davranış biçimi olarak onları kavrar ama cinsellik olarak kavramaz. Eşcinsellik doğuştan getirdiğimiz, sosyo, bio ve psikolojik etkenlere bağlı bir özelliğimizdir. Bunu unutmamak lazım.

Sosyolojik tarafı kişinin nasıl davranması gerektiğini belirliyor. Ama cinselliğine hiç bir etkisi olmuyor. Çocuğum tecavüze uğradı ve o yüzden eşcinsel oldu; böyle bir şey olamaz, mümkün değildir.

Maalesef hayatının bir döneminde tecavüze uğramış birçok heteroseksüel erkek var, evlenmişler, çocukları ölmüş. Bu travmayla ya başa çıkmış ya da çıkamamış bilemem ama cinsel yönelimi heteroseksüel, yani karşı cinse yönelik.

Biraz kafanız karışacak ama konuyu netleştirmek açısından şunu da söylemek isterim, insanlar kendi cinsleriyle seks yapabilirler, merak ederler, fantezi derler, bilemiyorum. Bu onların eşcinsel olduğunu göstermez, bu onların sadece eşcinsel seks ilişkisi yaşadıklarını gösterir.

Eşcinsel diye tanımlayabilmek için kişinin kendi cinsinden birisini tutkuyla istemesi ve kendi cinsine aşık olabiliyor olması gerekir.

Eşcinsellik ve iç çelişkiler
20 yıl öncesi ile şimdi çok farklı. 20 yıl önce ortada bu kadar çok malzeme yoktu; bu kadar bilgiye ulaşılacak kanallar yoktu. Eşcinsel örgütlenmeler, ailelere ulaşmak bu günkü gibi mümkün değildi.

Şimdi bir genç 4 yaşına gelince bilgisayar ile tanışıyor; 5 yaşında kullanabiliyor ve 9 yaşında bilgisayarı söküp tekrar kurabiliyor. Virüs üretiyor; bizimde aklımızın almadığı şeyler yapabiliyor.

İkinci kuşak Türkler daha bilinçli ebeveynler oldular. Neredeyse ikinci kuşak Türklerin okuldan ya da işten tanıdıkları samimi ya da resmi ilişkilerinin olduğu eşcinseller var çevrelerinde, onlara öcü ya da cüzamlı gibi bakmıyorlar, onlarla sosyal ilişkiler kurabiliyorlar.

Şimdi bireyler cinsel yönelimlerinin kendi cinsine yönelik olduğunu fark eder etmez ilk iş olarak ne yapıyor, geçip bilgisayarın başına bilgi topluyor. Bilgiye çok çabuk ulaşabiliyorlar.

Bizim zamanımızda insanlar dünyada bir tek kendileri böyle duygular taşıyorlarmış gibi algılarlardı. Ha bir de Zeki Müren ile Bülent Ersoy…

Tabi tüm bu gelişmelere rağmen hala insanlar kendi içlerinde bir çalkantı yaşıyorlar.

Çünkü hem doğru bilgiye ulaşıyor hem de onu yadsıyan bir ortamda yaşamak zorunda... Bembeyaz bir alanda kendini siyah bir kare gibi görüyor. Ben kara bir kareyim diyor ama topladığı bilgi yok canım sen normalsin diyor. Bilgiyi edindikten sonra Türk gençleri, eşcinselliğin normal olduğunu, hakları olduğunu öğrenince bunu ailesi ile paylaşmayı deniyor. İlk girişimleri bu.

İkinci kuşak Türkler, eşcinsel kimliklerini yaşamak için başkaldırıyorlar. Kendilerini saklamak istemiyorlar, kabul edilmek/görünür olmak istiyorlar. Ailesinin karşısına çıkıp, hayır ben evlenmeyeceğim diye itiraz edebiliyorlar. Ya da evi terk edip başka bir yerde kendisine – kendisi gibi olmasını sağlayacak yeni bir hayat kurabiliyorlar.

Hollanda’da Türk kesimi ve eşcinsellik
Hollanda’da yaşayan Türk eşcinsellerinin konumu Türk toplumunun Hollanda’ya uyum politikasından ayrı görülemez.
Entegrasyonun olayının içinde 4 tane unsur var;

1. Asimilasyon olamıyoruz Türk toplumu olarak; çünkü asimilasyon bir kültürün diğer bir kültür içinde din ırk yasam biçimi olarak eritilmesini amaçlar ve özellik olarak biz Türkler buna direnç gösteren bir kültürden geliyoruz.
2. Entegre de olamıyoruz. Burada Hollanda’nın kendi toplumsal yapısından kaynaklanan bariyerler ve de Türklerin kendi içinde yaşadıkları bölünme sorunlardan kaynaklanan bir takım nedenler var.

3. Marjinalleşenler, toplum içinde pek gözle görülmeyen, toplumun kıyısında yaşayanlar var.

4. Alt gruplar, subgrup dediğimiz. Mesela, ben Müslüman’ım ama Müslüman grubu içinde hangi akımda kendimi daha rahat hissedeceğim, diye gruplaşmalar var. Bu küçük gruplarda perspektif gittikçe daralıyor. Yani referans genişten dara iniyor. Kişi dahil olduğu gruptan bakmaya başlıyor. Minicik bir yerde kalıyorsunuz. O sıcak, güvenilir ve de ait olduğunuz grubun içinde. Bence entegrasyonun önündeki en büyük engel bu alt gruplar.

Daha geniş bir kesime ait olsanız, o zaman eşcinsel kimliğinizi ortaya koymak daha kolay; bir yerde tanınsanız, diğer kesimde tanınmayabilirsiniz. Ama ortam daraldıkça, o şans daha da azalıyor. Çocuğunuzun eşcinsel diye yargılanma-damgalanma korkusu oluyor. Anında dedikodu, anında aforoz olabiliyorsunuz.

Hiç kimse aşağılanıp, küçük düşürülmek istemez; insanın bir onuru vardır.

Ama aşağılanmak istemeyen kişi, kendi çekirdek çevresinde baskı uygulamaya başlıyor. O zaman ne yapmak lazım. İlk düğümü çözmek lazım.
Olayın içine iniyoruz biz Homoloket olarak gencin içinde bulunduğu baskıyı azaltmaya çalışıyoruz, çevre baskısı; bir aile ve gencin üzerinde ne kadar ağır bir yük ve bunu azaltmak için ne yapmak lazım? Yani Drachtkracht – drachtlaşt.
Bunu bilmek lazım; ailenin bu yükü taşıması lazım ya da taşıyamayacağını idrak etmesi lazım. Biz bu konuda yardımcı olmaya çalışıyoruz.

Kendi çevrelerinde, kendilerini emniyette hissettikleri onları yargılamadan hoşgörüyle kucaklayabilecek kişileri bulmaya çalışıyoruz. Bu kişiler var. Küçük grupların içinde çok geniş düşünebilen, eşcinsellerin şiddet görmesini istemeyen ve de gizli hayat yaşamalarını tasvip etmeyen insanlarımız var. Allahtan da varlar yani.

IOT bu tür insanları toplamalı ve onlara destek vermeli. Bu insanları güçlenme çerçevesinde yukarı çıkarmak örneklerini çoğaltmak lazım. Birçok insan Homoloket’e başvurduğu zaman, birçok eşcinsel arkadaşım var diyor. Çok mutlu oluyoruz, “bizim senin bu hoşgörülü hetroseksüel arkadaşlarına/aile büyüklerine ihtiyacımız var” diyoruz.
Yani bizim hedef kitlemiz Türk kökenli LGBTT’lerin yanında Türk kökenli heteroseksüeller. Çünkü sorun eşcinsel bireylerde değil sorun Hollandalı heteroseksüel Türk toplumunda.
Çocuğunuz olduğunu düşünün, yüzde 50 eşcinsel olma şansı var. Beraberce Hollandalı Türk toplumu olarak eşcinsellere yaklaşımımızı değiştirmek zorundayız. Eğer eşcinselliğin karanlıktan çıkması için bir savaş vermezsek, bu ilerde doğacak çocuklarımız için hiç de olumlu olmaz. Bugünkü sorunları halletmek demek, geleceğe, doğacak çocuklarımızın, kardeş ve akrabalarımızın geleceğine ve mutluluğuna yatırım yapmak demektir.

Çocuğunuz bu toplumda Türk diye ayrım görse onu elinizle iter misiniz? Elbette onun için mücadele edersiniz. Çocuğunuz eşcinsel ise? İnanın değişen hiç bir şey yok. Elbette uğruna mücadele edeceğiniz kişi yine kendi çocuğunuz.

Çocuklarımızı yarı yolda ve karanlıkta bırakmayalım.

Bir genç eşcinsel olduğunu keşfederse ve de aile bunu şiddetle reddederse, bu çocuğun üstünde olumsuz bir etki yaratır. Aynı olay heteroseksüel gençler için de geçerli; aile değerlerine ters düşecek herhangi bir şey olabilir bu.
Ailesi onu iterse o zaman çocuk bir travma yaşayabilir. Az sevilmiş çocuklar; gelecekte çok daha büyük sorunlar yaşayabiliyorlar. Her çocuğun ailesinden beklentileri var.
Çocuğun sevilmesi ve de kabul edilmesi gerekiyor. Bunları aile içinde belli bir denge ve doyumda yaşaması lazım ki kendini sevebilsin. Bizler sevgiyi ilk ailemizin içinde öğreniyoruz. İlk orada sosyalleşiyoruz.

Doğduğumuz andan 8 yaşına kadar annemizle aramızda görünmeyen duygusal bir bağ var. Biz buna sadakat diyoruz. Bu bağın zaman içinde sağlıklı bir şekilde kopması ve çocuğun bireyselleşmesi gerekiyor.

8 ile 12 yaş arasında ise 4 senelik bir süremiz var. Yavaş yavaş yetişkinliğe adım adım ilerleyip kendi özelliklerimizi geliştirmeye başlıyoruz. 12’den sonra ergenliğe giriyor çocuk; o zaman da çok farklı şeylere ihtiyacımız oluyor. Bedenimiz değişiyor; kişiliğimizin içinde yer alacak bedenin değişimini şaşkın gözlerle izlemeye başlıyoruz.
Bu dönemde bazı gençler eşcinselliklerini keşfediyorlar. Eğer itilirlerse, horgörülüp, aşağılanıp, cezalandırılırlarsa bu bir depresyona sürüklüyor genci. Hayatı boyunca bunun izlerini taşıyor ruhunda.
Tamiri olmayan bir yara bu. Dünyaya karşı güveni kalmıyor insanın. Bu güvensizlikten kaynaklanan ilişki problemleri oluyor, ilerde yetişkin olunca, insanlarla olan ilişkilerinde birçok sorunlar yaşıyor. Kendine güvensizlik, başarısızlık korkusu ve bunun gibi.

Evlendirmek çözüm olamaz
Diyelim eşcinsel olan bir çocuğu zorla evlendirdiniz; bu işten kimin kazancı olacak? Dışarıya karşı bir kanıt, ya da bir paravan buldunuz diyelim ‘bakın bu çocuk normal, erkek gibi evlendi, çocuğu da oldu”… dediniz ama ne değişti? Aile hala büyük bir yalanın içinde onun bir parçası olarak yaşıyor. Güneş balçıkla sıvanmaya çalışılıyor.
Çocuğunuz belki de dünyanın en mutsuz insanı olarak sürdürecek bundan sonraki yaşantısını, ya onun evlendirildiği kişi, işte onun burada inanın hiç suçu yok.
Bu tabloda tek bir suçlu var: onu zorla evlendiren SİZ.
Madem kabul edemiyorsunuz, bari engellemeyin çocuklarınızı, akraba ya da tanıdıklarınızı. Eşcinsel olduğunu kabul edemiyor musunuz, o zaman bari hayatına müdahale etmeyin ve saygı duymayı deneyin.
Dürüst olun, zaman isteyin bu duruma alışmak için…

Söz Hakkı / Jale Şimşek .
http://www.kaosgl.com

22 Mayıs 2010 Cumartesi

SEVGİDEN BİRAZ...


iki eksik parçanın uyum dairesi içine girmesidir sevgi.eksik parça dedim çünki eksik parçalar birbirini tamamlamak için birbirini çeker.çünki kainatta aslolan mükemmellik/tamamlanmaktır.anlaşılacağı üzre;sevginin amacı tamamlamak/mükemmelliktir,ikiyi tek yapmaktır.mutlak bütünlüğün bir ifade şekli sanki.sevgiyle,çoğu zaman anlayamadığımız,adını koyamadığımız şekil ve anda karşılaşırız.ama şu kesinki mutluyuz.ve o sevgi bize bir şekilde fayda vermeye başladığında/devam ettiğinde onun peşinden gideriz/akarız.eşcinsellik açısından baktığımızda;iki erkek ya da iki kadın da birbirinde tamamlayıcı olan eksik parçalarını buluyorlar.iki karşıt cins de eksik parçalarını birbirinde buluyor.ve biz aynalar gibi birbirimizde kendimizi seyrediyoruz,farkında olalım ya da olmayalım.ben doğuştan eşcinselim ve çok küçük yaşlarda bile bunun farkında olmayarak hissediyordum.bir erkeği temaşa etmek dünyanın en güzel şeylerinden biriydi benim için ki halen de öyle.kadınlara yakındım ama sanki onlar gibi olarak.eşcinselliğimle iki cinsi de gayet iyi tahlil edebiliyorum.ben bunu zenginlik olarak algılıyorum.tabii ki bu sevginin dış dünyadan iç dünyama doluşan ve yer edinen çok ama çok olumsuzlukları oldu.hiç kendim olamadım doğrusu.rollerden rollere girerek yapay bir robottum sadece.dışımdakiler mutlu bense hep acılı.ama ne zaman kendim olma yolunda az da olsa ilerlediğimde mutlu ve huzurlu oldum hep diğerlerine rağmen.dıştaki negatiflerle ve kendi gerçekliğim arasında gidip gelen bir hayat karmaşası benim ki ve dahi diğer eşcinsellerin de çoğunluğu için geçerli olduğunu düşündüğüm bir gerçek.böyle aksak bir ruh ve kalb ile insan nasıl mükemmel olabilir?hep başkaların biçtiği rolleri oynamak zorunda kalmak ne kadar insaflı?bir yandan kendi özümüzdeki yaratan inancı ve sevgisi arzusu,diğer yandan yanlış algılayanların dikte ettiği yanlış inanç ve kalıplar...hergün lanetli olarak,cehennem ehlinden biriymiş gibi hayatı yaşamayı,sığınmak istediği ilahın kendisine sırt çevirmesini(!),kitaba sarıldığında kendisini cehenneme yolladığını(!) bilmeyi,en aziz varlık olarak gördüğü peygamberini cehennemde yanmak ile korkuttuğunu(!) bilmeyi,insanların da bunu desteklediğini görmeyi kim ister Allah aşkına?bu insanın hayata fazlalık olarak geldiğini,yaratılış hatası olduğunu ve lanetli olarak geldiğini ve yaşamasının bi anlamı olmadığını düşünmesi ve kurtuluş olarak da ölmeyi seçmesi normal değil mi?bırakın o-şu-bu sebebleri,sizin varolma hakkınız elinizden alınıyor ve sizi kökünüzle yok ediyor.böyle negatif bombardımanına maruz kalan bir insan nasıl yaşar?bütün içinde yaşayan bir parça bu halde olursa,bütün nasıl olur acaba?anlayamadığım şey;sevginin ve hoşgörünün kaynağı olan islam ile müşerref olmuşuz(!) ama hale bakın.gavur dediklerimiz bile sanki islamdaki sevgi ve hoşgörüyü alıp bu anlamda hayata geçirmeye çalışıyorlar.ben asla islamın yanlış olduğunu söylemiyorum.sorun,yolda değil yolda giden(!) sarhoşların...hayat;seçim ve sonuçlardan ibarettir.bize verilenleri hangi yönde nasıl kullandığımızla alakalı herşeyimiz....kainatın ham maddesi nurdur,yapıştırıcısı da vedud/sevgi/cazibe/çekimdir...ve dahi kainat sevgiyle/çekimle harekette ve deveranda.yaratan,herşeyi aşkıyla yaratıyor(yarattı demiyorum çünki yarattı dersem olmuş bitmiş anlaşılır.yaratıyor dedim ki;herşey yeni bir şe'ndedir(yaratılıştadır)..aslında Zat-ı Akdes için herşey olmuş bitmiştir ama kul nazariyesince deveran eden bir yaratılış söz konusu)...vehim;olmayanı var algılatan,olanı da yok algılatan melek/kuvve/güçtür...kainat,tam bir algı yanılsaması.aslında sadece zan...kainata hangi algıyla baktığımız önemli olan.bedeni algı duyularımız tam ve sağlıklı olsa da yine eksiktir algımız.mikroskopla kainata bakmaya kalksak,ya da dürbünle,ya da farklı bir algı aracısıyla baksak,algı değişeceği için görece gerçekliğimiz de değişecek.bunu manasal algılarla da düşünebiliriz.kainata nefretle baksak,ya da eksiklikle,ya da herhangi bir negatif hal ile.şimdiki çoğu insanın baktığı negatif açıları buna yerinde bir örnek olacak.ya da sevgiyle bakmak.bana göre de,tüm güzelliğin anahtarı olan sevgi...kalbin kaybedip de bulamadığı gerçeklik algısı olan sevgi.bir zatın da dediği gibi;aşk imiş her ne var alemde....kalb nasılsa,öyle algılarız,nasıl algılarsak öyle yansıtırız.biz her birimiz seyirlik aynalarız ve ne yansıttığımıza bi bakalım...

GERÇEKLİK YANILSAMASI...

gerçeklik yanılsaması...kainat denilen bütünsel yapının muazzam,nadide parçalarıyız biz,yani insanlar..bize peygamberler vasıtasıyla bildirilen evrensel gerçekler,malesef biz kıt ve dar akıl sahibleri olarak yapısal düşüklüklerimiz yüzünden yanlış algılanıyor ve yaşanıyor...parçaya(birime,yani insana),hüküm verirken bütünsel açı nazariye alınarak hüküm verilmeli.eşcinsellik de bu kategori içinde kesinlikle.eşcinselliği,eşcinsel olmayan asla doğru hükümler dahilinde açıklayamaz.ben,olmadan kimse ben'i tam tesbit edemez.eşcinsellik hakkında herkes bi şeyler söylüyor doğru yanlış.ama eşcinselliği kainat bütününden bakılarak değerlendirmeli.tek mutlak gerçeklik vardır ve bizler ancak o mutlak gerçeğe yakınlık derecesine göre doğru olabiliriz.nefsin keyfi hükmünce sunulan bilgi ne derece doğru?o nefis ilah ise o zaman tamam deriz,ama olmadığına göre.ve kimsenin de ilah rolü oynamaya hakkı olmadığına göre.kur'anda geçen ayetlere insafla bakıldığında orada zulmün ta kendisi olduğu ayan şekilde algılanır.sanki oradaki olaylar günümüz zamanında daha da şiddetli.eşcinselliği yanlış algı ile ortaya çıkan öyle çok zulümler var ki.yapılan hatanın hata değil de doğru olarak algılanması gerçekten karanlık bir daire.albert einstein'in dediği gibi;şeytan,Allah sevgisinin algılanmaması halinde ortaya çıkan algı yanılsamasıdır...daha dehşeti de bu zulmü yapanların,bunu Allah için yaptıklarını savunmaları.tabii ki de eşcinsellik bile kendi içinde yanlış algılanıyor.eşcinsellik algısı da yanlış,yansıtılması da...dengeye oturmayan,kainat ile bütünlük arzetmeyen şey kaosa mahkumdur hep...eşcinselliğin bozukluk olduğunu savunan çok ama çok insansı var lakin bunlara rağmen eşcinselliği rayına oturtarak dengesini gözler önüne sunan nadide insanlar da var.bunlardan biri de 'gayislam' blogu ile bizlere gerçek eşcinselliğin uyum ve dengesini tüm gayretince sunan sevgili eflatoon...bende devrimler yaşatan aziz bir insan.ve umarım böyle güzide insanlar çoğalıp evrensel gerçekleri doğru algılayıp yansıtarak hakettiğimiz değer ve dengeye bütünüyle kavuşma imkanına sahip oluruz...yazılması gereken elbet çok şey var ama şimdilik bu kadar diyorum...kainat ile daima uyum içinde olmak duasıyla...

16 Mayıs 2010 Pazar

TEKAMÜL.......

Taş olarak ölmüştüm, bitki oldum.

Bitki olarak öldüm ve hayvan oldum.

Hayvan olarak öldüm, o zaman insan oldum.

Öyleyse ölümden korkmak niye?

Hiçbir sefer kötüye dönüştüğüm,

Ya da alçaldığım görüldü mü?

Bir gün insan olarak ölüp,

ışıktan bir yaratık,

rüyaların meleği olacağım.

Fakat yolum devam edecek,

Allah’tan başka her şey kaybolacak.

Hiç kimsenin görüp duymadığı birşey olacağım.

Yıldızların üstünde bir yıldız olup,

Doğum ve ölüm üzerinde parlayacağım.

Mevlana Celaleddin Rumi(ks)






MÜZİK-İNSAN VE EVREN ARASINDAKİ KÖPRÜ...

Müzik, insanı önce kendisiyle, sonra da diğer insanlar ve evren ile bütünleştiren en etkili araç ya da en kısa yoldur.

Varedilen herşey “ol” emri, yani bir ses ile yaratılmıştır. Bu nedenle hepsinin özünde ritm ve ton, yani müzik vardır.

Gerçek müziğin farkına varan ve onun ardındaki sırrı çözebilenler, bütün evren ile aynı frekansta titreşir ve herşeyle anlaşıp, konuşabilirler.

Müzik, bize hoş ve eğlenceli bir zaman geçirme aracı gibi gözükse de, asıl önemi, insanı canlı tutan ve vücudunda kesintisizce akan bir özellik taşımasıdır.

Sufi Inayat Khan

http://bilgelikyolu.wordpress.com

İNSAN HAKKI....

Biliniz ki O, kendine olan herşeyi yüceliğinden affeder. Yalnız, kardeşin kardeşe olan hakkını affetmez. Onu kardeşinden istemesini diler.”

İnsana yeryüzünde yaşama hakkını tanıyan Yüce Yaradan, ayrıca onun gelişip olgunlaşması için çevresini de birçok imkânlarla kuşatmıştır. Yaradanın, herşeyin temeline büyük bir adaletle koyduğu bu haklar herkes içindir. Çünkü insanlık bir bütündür ve birbirine karşılıklı haklarla bağlanmıştır. Bir insan için hak olan birşey, bütün insanlar için de haktır. Bu hakların en başında yaşam hakkı gelmektedir. Yaşam hakkı, dünyayı paylaştığımız diğer canlılar için de geçerlidir.
Dünya tarihine şöyle bir baktığımızda yüzyıllardır insanoğlu sırf kendi çıkarı yüzünden birbirinin haklarına göz dikmiş ve sonuçta dünyayı yaşanmaz bir duruma getirmiştir. Sonuçta insanoğlu haklar konusunda çeşitli mücadeleler vermek zorunda bırakılmıştır. Günümüzde de bu durum halen devam etmektedir. Görsel ve yazılı basında hergün hakların yendiği yeni bir haberle karşılaşıyoruz. Birçok güzel insan, yardım duyguları istismar edilerek maddi ve mânevi olarak sömürülüyor. Yetimin hakkı yeniyor, israf almış başını gidiyor. Açlık, sefalet ve yoksulluk artmış. Kimse diğer insanların haklarını düşünmüyor. Hakka riayet eden doğru insanların sayısı giderek azalıyor.

Aslında yaratılmışların en güzeli olan insan, herşey için yalnız hakkı olanı almalıdır. İnce olan hak sınırına çok dikkat etmelidir. Adil olmayı, adil davranmayı, başkalarının hakkına saygı göstermeyi öğrenmek zorundadır. Kendine hak gördüğünü, başkalarına da hak görmelidir. Ve diğer insanların hakkını gönülden, isteyerek vermelidir. Çünkü yeryüzü bir olgunlaşma yeridir.

Hak konusu açılınca hep Hz. Ömer ve onun hak ve adalet duygusunu anlatan şu olayı aklıma gelir.

“Hz. Ömer halife olduğu dönemde bir akşam çalışıyordu. O esnada bir misafiri geldi ve oturup sohbet etmeye başladı.

Hz. Ömer hemen ayağa kaktı ve yanmakta olan mumu söndürüp başka bir mum yaktı. Misafiri şaşkın gözlerle Hz. Ömer’e bakıyordu. Hiç bir şey anlamamıştı. Dayanamayıp sordu: “O da mum diğeri de mum. İkisi de aynı şekilde aydınlık veriyor. Niye birini söndürüp de ötekini yaktın?”
Hz. Ömer’in cevabı şu oldu:

“Söndürdüğüm mum, milletin parası ile alınmıştı. Özel işlerimi yaparken, arkadaşlarımla sohbet ederken onu kullanmaya hakkım yok. Bunun için o mumu söndürdüm ve kendi paramla aldığım mumu yaktım.”

Sizce daha fazla birşey söylemeye gerek var mı? Bilmeyenlere, duymayanlara, bilipte uymayanlara, uygulamayanlara duyurulur!..

Erol Yurderi
http://bilgelikyolu.wordpress.com


SORUNLARDAN DERS ALMAK.......

Her insanın hayatında çözülmesi gereken, bedensel, duygusal, zihinsel ve ruhsal rahatsızlıklar veya sorunlar olabilir. Çoğu insan bu rahatsızlıkların sebebini araştırır. “Niçin bu durum benim başıma geldi?” diyerek yakınır durur. Bu düşünce tarzı ile sorunlar daha da büyür; hatta gerçek sorunlar başlar. Önemli olan, bir problemin niçin ve ne şekilde başımıza geldiği değil, onunla nasıl başa çıkacağımızdır.

Güçlü insan, sorunlara yoğunlaşır, çaresiz duruma düşmez. O, sorunları kişisel gelişim yolculuğunu aydınlatan bir rehber olarak görür. Bunu başaran kişi için artık sorun da yoktur. Güçlü insan da gün gelir ağır problemlerle karşılaşır ve bu problemler yüzünden hayatı felç olabilir. İster maddi kayıplar, ister sevdiklerinin kaybı olsun, insan büyük olaylar karşısında kendine biraz daha yaklaşır.

Sorunları acıya dönüştüren insanın kendisidir. Acı duyma kişisel bir tepkidir. Bu acı, başkalarının olumsuz tutumları yüzünden ortaya çıkmaz. Acıyı ortaya çıkaran, sorunsuz bir hayat yaşama arzusudur. Oysa sorunlar ve acılar, farkında oluş ve uyanış için dinamik bir güçtür. Diş ağrısı olmasa, dişimizin çürüdüğünü nasıl anlayabiliriz? Aynı şekilde duygusal bakımdan çektiğimiz acılar olmasa nasıl tekâmül edebiliriz. Bu yüzden sorunların varlığına yoğunlaşmaktan ziyade, onlardan öğrenebileceklerimiz üzerinde durmamız gerekir. O zaman sorunun değil, çözümün bir parçası oluruz.

Çoğu insan acılardan kaçarak her zaman neşe içinde yaşamaya çalışır; ama bu arzu denge yasasına aykırıdır. Bilindiği gibi, her sistem bulabildiği herhangi bir yolla dengeye kavuşmak ister. Evrende neşe varsa, acı da olacaktır. Neşeyi isteyen aynı zamanda acıyı da istemiş olmalı. Bunun gibi hayat da dengelenmiş kutuplardan oluşur.

İnsanın başına ne gelmişse, onun tekâmülü içindir. Evrende sebepsiz hiçbir şey olmaz. Sorunlar insanın güçlenmesi için vardır. Fırtınalı denizlerde büyük kaptanlar yetişir. İşte gerçekleri fark edemeyen insan kendi kendine sorun olur. Sorun, düşük bilinç merkezinde olmaktır. Vadiden bakan kişi kendini çevreleyen güzellikleri fark edemez. Acılara gelişme fırsatı olarak bakan kimse, her zaman denge insanıdır. Bilge kişiler, kavgalı ve ıstırap dolu ortamlarda bile dengelerini korurlar.

O halde, sorunlarla karşılaşan kimse bunların kaynağını dış dünyada değil, kendinde aramalı. Başka bir ifade ile herkes sorun olarak kendini görmeli. Başkasını sorun olarak görmek, o kişiye doğru gereksiz enerji harcanmasına sebep olur. Esas sorun, sorun çıkaran kişiyle nasıl ilişki kurulduğudur. İnsan çekmiş olduğu acıları yine kendisi tamir edebilir. O güç her insanda vardır. Bu acıyı dindirme süreci, kişiyi güçlendirir.

Bilgelik yolculuğundaki kişi yükünü bir kenara atmaz, onun değerini bilir. Bu yükün veya sorunların içi fırsatlarla doludur. Sorunlar, gelişimin bir parçasıdır. Geçmişte yaşadığımız acı dolu olaylar gelişmemizin yolunu açmadı mı? Unutmayalım: Eğer istediğimiz şey olmazsa daha iyisi olacaktır. Evren iyi olduğu için içindeki olaylar da iyidir. Bunu fark edelim.

(Dr. Zülfikar Özkan’ın “Bilgeliğe Yöneliş” adlı kitabından alıntıdır.)



http://bilgelikyolu.wordpress.com