31 Ağustos 2010 Salı

BARKOD....

Yazar: Dr. Erkan Sarıyıldız

Hepimiz formların, sınıfların, tanımların dünyasında yaşıyoruz. İnsanoğlunda her şeyi bir sınıfa koyma, her şeyi bir başkasıyla karşılaştırma, her şeyi etiketleme merakı. Hiçbir şeyi kendi alıştığı dışında görmek istemiyor.
İnsan zihninin bizlere uyguladığı iki ana tuzaktan bahsetmek istiyorum. Bunlar hep bahsettiğimiz şu sol beyin denilen etiketçinin ve yargıcın işleri. Gerçekten sol beynimiz olayı olduğu gibi deneyimlememizi engellemek için her olayı ve şeyi bir kalıba sokmaya, isimlendirmeye veya yargılamaya uğraşır. Çünkü sol beyin için hiçbir şey soyut kalamaz. Her şeyin bir sınıfa ait olması, kalıbı, şekli olmalıdır. Bu yüzden de isimsiz bırakamaz hiçbir şeyi. Elinde bir Barkod makinesi her şeyi etiketler durur.

Halbuki bu durum insan doğasının dışındadır. İnsan doğduğunda evrenle bir olarak hisseder kendisini. Ben yoktur, biz vardır. Çünkü henüz sol beyin aktive olmamıştır.

Ardından çocukların şu ünlü "Bu nedir?" deme dönemi devreye girer ve insan asla eskisi gibi olamaz. Çünkü artık soyut düşünce yerini somut düşünceye bırakır. Artık her şeyin, her olayın bir sınıflandırmaya, bir isim kalıbına sokulması dönemi başlar. Kendisiyle bir gördüğü doğaya bakar ve büyük haz alırken işler birden değişir. Hisler forma dönmüştür artık.

Bunun ismi çiçektir, böcektir denildiğinde, yani iş tanımlamayla kirletildiğinde çocuk artık eskisi gibi haz almamaya başlar. Artık kafasında o mucizevî bir şey değil çiçek sınıfından bir canlı haline gelir. Yani onlarca çiçek cinsinden biri...

Bunlar zihnin tuzakları. Sizi birlik duygusundan ayıran, hayatı olduğu gibi deneyimlemenize engel koyan oyunlar.

Bir olay yaşadığınızda kafanızdaki anlatıcının ağzından seslendirmeye, tanımlamaya uğraşırken olayın ne olduğu elinizden kaçar gider. Hep zihnimizde bizim dışımızda yaşayan bir yargıç, bir anlatıcı var gibidir. Yürürsünüz, iç sesiniz sürekli etraftaki nesneleri, olayları, havayı, toprağın özelliklerini canlı yayında anlatır size. Hava ne sıcak, şu adam nasıl giyinmiş, bugün ne kalabalık, bla bla bla. O kadar gevezedir ki bu anlatıcı yargıç siz yürüdüğünüzün farkına bile varamazsınız. Yaptığınız eylem sadece tanımlama uğruna haz alınmaz hale gelir.

Aynı şey insanlar içinde geçerli. Hepimiz birer yargıç gibiyiz. Yaşanılmışlıkları ve kişileri yargılamak en çok sevdiğimiz. Kişileri bağlı bulunduğu topluluklara, ırklarına, mesleklerine, kıyafetlerine, maddi durumlarına, fiziki görünüşlerine bakarak daha tanımaya izin vermeden o kadar çok yargılıyoruz ki. İnsanın içindeki değerli hazineleri görmeden veriyoruz kararlarımızı, yapıştırıyoruz etiketlerimizi.

Tabii ki en büyük yargıç toplum! Toplum kendine uymayanı ayrıksı, içine girmeyeni işe yaramaz sayıyor. Ve acımasızca cezalar veriyor "Vurun Kahpeye" misali.

Yargı frekansıyla yaşadığınızda yaşamın doğallığını bozmuş oluyorsunuz. Artık kendi dışınızdaki her şeyin kafanızda bir kalıbı, bir ismi olur. Genelde de bu oluşmuş düşünsel kalıplar o kişi veya o olayı her gördüğünüzde yüzeye çıkmaya başlar ve yeni olanı görmenizi engeller.

Bir insan düşünün hayatı boyunca bir kez yanlış yapmış olsa da sizin yargı ve etiketleme mekanizmasına maruz kalırsa hayatı boyu sizin attığınız hapishaneden çıkamaz. Siz eğer önce yargılayıp sonra etiketlerseniz, sizin için o kişinin yeni yönlerini görmeniz imkansızlaşır. Halbuki şunu biliyoruz; hata yapmadan öğrenmek mümkün değil ve hata yapmamak mümkün değil.
"Öğretmen önce öğretir sonra imtihan eder
Hayat önce imtihan eder sonra öğretir."
Eğer bir yolda hata yapmadım diyorsanız, muhtemelen yolu gerektiği gibi yürümemişsinizdir.

Birisi en ufak bir hata yaptığında zihin yargıcı harekete geçiyor. Öyle acımasız ki; sürekli kalemini kırıp, ömür boyu hapse mahkum ediyor. Kişi ne kadar özel birisi bile olsa bu yargı ömür boyu sizin zihninizde duruyor.

Hele birde taşıdığınız önyargılar. Daha bir kişi herhangi bir şey yapmadan sadece sizin zihninizin ürettiği hastalıklı düşünce paternleri yüzünden yargınızı koyuyorsunuz. Daha kendisini size sunamadan önüne set çekiyorsunuz. Yani başlamadan daha bitmeye programlanmış bir ilişki paterni.

İnsanları yargı filtresinden geçirdiğinizde, artık o insanın gerçek yapısını görme imkanınız kalmaz. Artık o sizin isimlendirdiğiniz gibidir. Ne yazık ki o insanın yapabilme olasılığı olacak başka şeyleri görme hakkınızı kendinizden alırsınız. Hata yapmak hepimiz için

Kişileri yaşam yolunda yaptığı şeyler yüzünden yargılamayın, sadece onları doğal hallerinde deneyimlemeye izin verin kendinize.

Bir önemli konu var ki insan en çok kendini yargılayıcıdır. Kendinize yargılar koyduğunuzda kendiniz olmaktan uzaklaşırsınız. Bu da özünüzü incitir, yabancılaştırır.

Bir şeyi unutmamak lazım evrende her şey sürekli değişim içinde. Sizler bir olayı veya kişiyi bir genelleme kalıbının içine sıkıştırdığınızda artık ondaki kendine özgülüğü ve gelişen değişimleri gözden kaçırmaya başlarsınız. Değişmeler olur, fakat zihninizin gözünüzün önüne koyduğu filtre perdelerinin arkasından bunları fark edemezsiniz. Aslında hayatın kendisini kaçırırsınız.

Olanları isimlendirmeden, etiketlemeden, yargılamadan yani olduğu gibi deneyimlemedikçe, hayatın gerçeğini göremezsiniz.

Bir deneyin sadece yürüyün, sadece dinleyin, sadece için, yiyin. Suyu içerken suyun, yemeği yerken yemeğin, kişiyi dinlerken insanın lezzetinin zevkini çıkarın. Etrafı seyredin, hiçbir tanımlama yapmak zorunda değilsiniz hissettiklerinize. Güzellikleri isimlendirerek sihirlerini bozmayın.

Hissettiklerimizi isimlendirmek zorunda değiliz. Yaptığınız şeyleri sadece yapın.

Adlandırmadan, yargılamadan, sorgulamadan, anlam yüklemeden, etiketlemeden…

Hayatın olmasına direnmeyin, izin verin.

Hayatın akışında her şey zaten mükemmel gidiyor.
http://indigodergisi.com/59/esariyildiz.htm

28 Ağustos 2010 Cumartesi

ÇÖREK OTU....

Kansere, kalp damar hastalıklarına, hormon ve sinir hastalıklarına iyi geliyor. Bağışıklık sistemimizi güçlendiriyor. Çörek otunun şifa verdiği hastalıklar aslında saymakla bitmez.
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) 14 asır önce şöyle buyurmuştu: "Şu kara tanede (çörek otu) ölümden başka her derde deva vardır."

O zamanlardan günümüze kadar geçen asırlar boyunca, bu ufak taneli gıdada her hastalığa şifanın olabileceğine birçok kimse dudak bükmüştü. Ama Müslümanların yapması gerekeni Maren Franz adlı bir Alman yaptı ve çörek otunun sağlığımız üzerindeki faydalarını araştırıp, bu konudaki yayınları bir araya getirdi.

Sonuçta: "Tabiattan Gelen Şifâ Kaynağı: ÇÖREKOTU" adıyla dilimize tercüme edilen 96 sayfalık bir kitap ortaya çıktı. Üstelik, Peygamberimizin çörek otuyla ilgili hadisinin kendisini uyardığını ve bu sözü rehber alarak bu kitabı hazırlamaya giriştiğini önsözde belirterek...

Bu yazımızda Maren Franz'ın kitabından yola çıkarak, çörek otunun mucizevi tesirlerini tanıtmaya çalışacağız.

Çörek otu niçin değerli?

Çörek otunun tohumunda doymamış yağ asidi, eterli yağ, vitaminler ve organizma için zaruri olan ve çok az miktarda tüketilmesi gereken değerli maddeler bulunur. Bu maddelerin karışımı, hasta kişinin iyileşmesine vesile olur.

Çörek otu tohumunda bulunan doymamış yağ asitinin metabolizmaya müspet yönde tesir ettiği, bağışıklığı arttırdığı ve alerjiyi durdurduğu ispatlanmıştır. Bu sebepten çörek otunun astım, bağışıklığın zayıflığından meydana gelen marazlar ile sinir ve deri hastalıklarında başarılı sonuçlar vermesine şaşırmamalıdır.

Bu iyileştirici tesir, çörek otunu yemeklerde de kullanılan ve sevilen bir gıda haline getirmiştir. Zamanımızda özellikle ABD ve Avrupa'nın büyük ülkelerinde çörek otuna talep çok artmış, istekler karşılanamaz hâle gelmiştir. Almanya'da ise çörek otu tohumu ve yağı, saf veya hap şeklinde eczanelerde ve baharatçılarda yer almaya başlamıştır.

Savunma sistemimiz ve çörek otu

Sağlam bir savunma sistemine sahip olan kişi, kendini genelde iyi hisseder ve nâdiren hastalanır. Çünkü rahatsızlıklara karşı mukavemeti fazla demektir. Böyle olunca mikrop, virüs ve mantarlarla baş edebilir.

Savunma sistemi zayıfladığında, şu hastalıklar ortaya çıkabilir:

• Mikroplu hastalıklar, bilhassa sık sık grip olma ve mesane iltihabı.

• Deri, mukoza ve bağırsakta mantarların oluşması.

• İnatçı herpes (uçuk).

• Sindirim sistemi bozukluklarından meydana gelen ishâl ve zayıflama.

• Kaşıntılı deri hastalıkları.

• Kronik (müzmin) rahatsızlıklar.

• Kanda dolaşım bozukluğu, yüzde belirli solukluk.

• Kronik yorgunluk.

• Cinsî isteksizlik.

• Uyku bozuklukları

Saymış olduğumuz bu hastalıklara yakalanmamak için savunma (immün) sistemimizin kuvvetli olması gerekir. Çörek otunun ise, immün sistemi güçlendirdiği binlerce yıldan beri bilinmektedir. Çörek otu, savunma sistemini dengelemekte ve mümkün olduğu kadar iyi çalışmasını sağlamaktadır.

Çörek otunun bu özelliği nereden kaynaklanır? Bilim adamları, bu sorunun cevabını modern teknolojinin yardımıyla bulmuşlardır. "Çörek otunun tohumunda organizmayı destekleyen yüzden fazla madde vardır."

Kara mucizenin muhtevası

Çörek otunun tohumunda takriben %38 oranında karbonhidrat, %35 oranında çeşitli yağlar, %21 oranında da albumin bulunur. Geri kalan %6 ise, yüzden fazla maddeden oluşur. Bu orana çok değerli olan doymamış yağ asitleri de dahildir. Linolen asidi, alfa linolenasidi ve iç yağı bunlar arasındadır.

Eterli yağlar olarak kofur, nigellon, alfa-pinen vb. mevcuttur. Çok az miktarda bazı vitaminler (B1, B2, B6 folasidi niacin), mineraller (demir, kalsiyum, magnezyum, çinko ve selen) ve amino asitleri vardır.

Doymamış yağ asitleri ve eterli yağ, savunma sisteminde çok yararlıdır. Vitamin ve mineraller, savunma sisteminin işlemesinde önemli rol oynar. Çörek otunun tesiri, çok sayıdaki bu maddelerin karışımından gelmektedir.

Doymamış yağ asitlerin faydaları

Doymamış yağ asitleri, metabolizmaya yardım eder. Hücrelerin büyümesi, gelişmesi ve yenilenmesinde yine buna ihtiyaç vardır.

Ayrıca vücudun ihtiyacı olan hormonların gelişmesinde yardımcı olur. Yine alerjik sinyaller gönderen histamin gibi maddelerin artmasını engeller. İşte doymamış yağ asitlerin faydaları:

• Hormonların yapımına katkıda bulunduklarından, sağlıklı bir savunma-hormon ve sinir sisteminin oluşumunu sağlar.

• Savunma ablukasının kaldırılmasında yardımcı olur.

• Savunma hücrelerinin gereğinden fazla çalışmasını engeller.

• Hücrelerin dağılımı, yenilenmesi ve hücre duvarlarının sağlam olmasına katkıda bulunur.

• Kandaki kolesterolü normale döndürür.

• Kan damarlarının gerginleşmesini ve dolaşım hızını tanzim ederek tıkanmayı önler.

• Tansiyonu düşürüp damar sertleşmesi ve kalp enfarktüsü riskini azaltır.

• Yaraların çabuk iyileşmesine, derinin pürüzsüz olmasına yardım eder.

• İnsan vücudu, doymamış yağ asitlerini üretemediği için, dışarıdan almaya mecburdur. Bir gram çörek otu yağı, bu açıdan günlük ihtiyacımızı karşılamaktadır.

Çörek otunun diğer tesirleri

• Çörek otundaki nigellon ve alfa-pinen gibi eterli yağlar, solunum borusunu genişletip kramp gidericidir. Ayrıca ifrazı geliştirip öksürüğü hafifletir. İltihap giderici, ağrı dindirici ve idrar söktürücüdür. Devamlı kullanımda kan şekerini düşürür.

• Çörek otundaki B1, B2 ve B6 vitaminleri, birçok enzimlerin üretiminde önem taşır. Zira bunlar, savunma ablukalarını yok eder ve boyun altı bezini; dolayısı ile savunma sistemini güçlendirir. Folasidi vitamini ise, kalp ve tansiyon hastalıklarının riskini azaltır. Bunun yanı sıra hücre yenilenmesinde de lüzumludur. -Beta karotin, A, E ve C vitamini, selen gibi antioksitler vücudun savunma sistemini güçlendirir. Selen, vücudun zehirli maddeleri atmasında yardımcı olur.
• Mikrop, virüs ve mantarlara karşı öldürücü tesire sahiptir.
• İfraz boşaltıcı ve solunum borusunu genişleticidir.

• Kan şekerini düşürür.
• Damar hastalıklarını önler.

• Hazmı kolaylaştırır.

• Vücuttaki zehirleri süzerek atar.

• İdrar söktürücü özelliği ile safraya iyi gelir.

• Yaraların çabuk iyileşmesini ve hücrelerin yenilenmesini hızlandırır.
• Alerjiyi önler.

• Savunma sistemini dengeler.

• Hormon sistemini ve ruh hâlini sağlamlaştırır.

Özel hallerde faydaları:

• Çörek otu, müzmin hastalıklarda şaşırtıcı iyileşmeler sağlar. Çocuklarda özellikle sinir ve deri hastalıklarına, astım ile alerjiye iyi gelir.

• Çörek otu ürünleri (yağ ve ezilmiş bal karışımlı) hamilelik devresindeki şikayetleri azaltır. Yan tesiri olmayıp, bu devredeki hanımlara ve bebeklerini ana sütüyle besleyenler için süt kalitesinin bebeğe daha yarayışlı olmasını sağlar.

• Egzamalı deriye sık sık çörek otu yağı sürüldüğünde deri çabuk iyileşir. Yine deri hastalıklarında mikrop öldürücü tesirinden dolayı çok fayda verir.

Bazı hastalıklarda çörek otu:

• Hazım zorluğu ve mide şişkinliklerinde çörek otu eskiden beri bilinmektedir.

• Hemoroite iyi gelir, çünkü damarları güçlendirir ve kan dolaşımını hızlandırır.

• Romatizma, şeker hastalığı ve kolesterolün yükselmesi gibi metabolizma hastalıklarına faydalıdır.

• İktidarsızlık ve kısırlıkta yine yarar verici tesire sahiptir. Çünkü çörek otu, cinsî hormonları tanzim etmekte, bedenî ve ruhî olarak zindelik ve dinçlik vermektedir.

• Çörek otu yağı kadınlardaki ay hâli sancıları ve diş ağrılarına karşı yine başarıyla kullanılmaktadır.

Sağlıklı olmak için çörek otu kürü

Tabii muhtevası ile savunma sistemine, metabolizma ve hormonlara iyi gelen çörek otu, vücudu toksin adı verilen zehirli maddelerden temizler, kan dolaşımını güçlendirir ve bağırsakların düzenli çalışmasını sağlar. Cildi parlaklaştırır. Düzgün bir cilde, parlak saç ve gözlere sebep olur. Sağlıklı ve hayat dolu bir görünüm sağlar.

Çörek otu savunma (immun) sistemini güçlendirdiğinden, kanser, AIDS gibi çağın hastalıklarına karşı tavsiye edilmektedir. Yine tansiyon ve ateş düşürücü ve tabii antibiyotik tesirleriyle yaygın hastalıklara şifâ olmaktadır.

Başta astım ve polen alerjisi olmak üzere alerjik hastalıklara, saç dökülmesine ve kepeğe karşı da tesirlidir.

Maren Franz'ın kitabından naklettiğimiz bu satırlar, çörek otunu "ölümden başka her derde deva" olarak tarif eden Peygamberimizin (a.s.m.) yüceliğini gözler önüne sermektedir. Çünkü Efendimiz (a.s.m.) çörek otunun daha yeni keşfedilen bu mucizevî özelliklerini asırlar öncesinden görmüş ve bunu da, kıyamete kadar gelecek olan insanların en iyi anlayacağı şekilde ifade etmiştir:

Ebû Hureyre (r.a.)’dan rivayet edildiğine göre, Peygamberimiz (s.a.v.) şöyle buyuruyor: “Hiçbir hastalık yoktur ki, çaresi şu kara tanede bulunuyor olmasın. Ancak ölüm bundan müstesnadır.”(1)

Yine bir hadis-i şerifte Hz. Âişe (r.anhâ); “Peygamber (s.a.v.)’in; ‘Gerçekten şu çörek otu –ölümden başka- birçok hastalık için şifadır.’ buyurduğunu işittim.” demiştir.(2)

Ölüm ve ihtiyarlık hariç her derde deva olduğu hadislerde belirtilen çörek otunun birçok faydaları vardır. Biz burada bir kaçını zikredeceğiz:

• Dövülür de bir beze bağlanıp sürekli koklanırsa soğuk nezleyi giderir.
• Çörek otunun yağı saçkıran hastalığına, siğillere ve bene faydalıdır.

• Çörek otu sirkeyle haşlanır ve bununla gargara yapılırsa soğuktan ağrıyan dişlerin ağrısına faydalı olur.(6)
• Çörek otu, alaca denen hastalığa ve sıtmaya karşı şifalıdır. Midenin şişkinliğini giderir, nefes tıkanıklığını önler, devamlı kullanılırsa bevli, hayzı ve sütü artırır.(7)

• Çörek otu, şişkinliği, alaca hastalığını ve balgamdan doğan ve dört günde bir nöbetle gelen sıtma hastalığını giderir.(8)
• Sirke ile macun yapılıp karın üzerine vurulursa, bağırsak kurtlarını öldürür.
• Çörek otu yağını sivilce ve benler üzerine sürmek faydalıdır. Yağı saç ve sakala sürülürse saç ve sakalı çabuk bitirir ve beyazlamasını geciktirir.(9)

• Çörek otu ekmeğe karıştırılırsa şişkinlik yapmaz. Çörek otu, baş ağrısına, felce, yüz ve ağız felçlerine, uyku hastalığına, unutkanlığa ve baş dönmesine karşı faydalıdır.(10)

• Midenin rutubetini kurutur, ağrı-sızıyı dağıtır, diş ağrısı için faydalıdır. Böbrek ve mesane taşlarına karşı faydalıdır.

Çörek otu bazen sade olarak, bazen de başka bir madde ile karıştırılarak, bazen de tozu yaraya serpmek suretiyle kullanılır.(11)

Tâbiîn’den Katâde (r.a.): “Her gün 21 tane çörek otu alarak onları bir bezin içinde suya koyar, bir müddet bekledikten sonra o sudan birinci gün burnunun sağ deliğine iki, sol deliğine bir damla; ikinci gün sol deliğine iki, sağ deliğine bir damla; üçüncü gün ise sağ deliğine iki, sol deliğine bir damla nezle için damlatılır.” demiştir.(12)
Peygamberimizin (s.a.v.) tavsiye ettiği çörek otunun birçok hastalığa şifa olduğunu bugün modern tıp yeni yeni keşfetmektedir.

Kaynak: http://www.devalokman.net/

27 Ağustos 2010 Cuma

BİR ZİHİN KONTROL MAĞDURU ANLATIYOR....

22/1/2010 · Kategori: Mind Control
İsmim Babak Amirebrahimi, İran asıllı İspanyol vatandaşı ve altmış yaşında bir
aile babasıyım. Kimlik numaram: 01181471. Bir CIA ajanının ifadesine göre;
CIA İran Şubesi’nin verdiği bir ceza olarak beş yıldan bu yana işkence
görmekteyim.
Her şey bundan beş yıl önce, bir ışının kafamın arkasından beynime ilerlediğini
hissetmemle başladı. Göğsümde ve kalbimde duyduğum ağrıyla bayıldığım o ândan şu
âna kadar, sayısız hadise vukûbuldu ve hâlen de vukû buluyor.
Aşağıda, CIA’nın neden olduğu ve günün yirmi dört saati, haftanın yedi ve yılın
üçyüzaltmışbeş günü maruz kaldığım taciz ve işkencelerden bazılarını
bulabilirsiniz.

İspanyolca Konuşan İnsan Sesleri

Duyduğum ilk anormal sesler arabamın radyosundan gelmekteydi. Radyo istasyonu

değişmiş ve haber spikeri, yalnızca şahsımın bildiği ve kendi özel hayatıma ait
şeyler hakkında konuşmaya başlamıştı. Kezâ, barlarda birtakım insanların,

hayatımın bazı detayları hakkında konuştuklarını, bana ağır hakaretlerde

bulunduklarını duyuyordum. Bir safhada, ofisimin içinde bile bir kadının ve bir
adamın sesini işitiyordum.
İnternette, daha doğrusu www.paltalk.com adresinde, siyasî içerikli bir sohbette

iken; beni bir kez daha kalb krizi geçiriyor olduğuma inandıracak bir duruma

düşürdükten sonra, CIA ajanı olduklarını ve internet faaliyetlerimin İspanyol

devleti çıkarlarına aykırı olduğunu söylediler bana. Daha sonra tüm bunlardan

kurtulmak ümidiyle birkaç ayımı Hollanda’daki bir akrabamın yanında geçirme

zorunluluğu hissettim. Seyahatim esnasında, uçakta bulunduğum sırada dahi bu

sesleri duymaktaydım.

İçinde bulunduğum durumun, şahsıma ait psikolojik veya aklî problemle alâkalı

olmadığı noktasında sizi temin ederim. Konu hakkında

http://www.cheniere.org/books/excalibur/neurophone.htm adresinde bulabileceğiniz

birçok uzmana ait çalışma da, kendi şahidliğimi doğrular mahiyettedir. Ayrıca,
dünya genelindeki yüzlerce zihin kontrol mağdurunda görülen işkence semptomları,

benimkiyle tıpatıp ötüşmektedir.

http://www.fedame.org/phpBB2/viewtopic.php?t=2771


İşkencenin, yakma ve ses saldırılarının belli bir noktasında artık o hâle düştüm

ki, hastaneye kaldırıldım. Seslerin kafamın içinde oluşturulması da ilk kez
Hollanda’da ortaya çıkmıştı.
Dört yıldır, sayılarının en az üç olduğunu düşündüğüm CIA ajanları, beni her gün

taciz etmeye devam ediyor. Geçen bu dört yıllık dönemde, Farsça konuşan bir CIA

mensubunun her keresinde hazır bulunmasıysa oldukça dikkat çekici. Bu ajanlar

her gördüğüm şeyi görebiliyor, her duyduğum şeyi duyabiliyor ve geçmişim

hakkındaki her şeyi de biliyorlar. Bütün düşüncelerimi en küçük teferruatına
kadar okuyabilmelerinden de anlaşılacağı üzere, tüm bu silah ve teknolojiler,

casusluk faaliyetlerinde son derece kullanışlı olsa gerek.

İnsansı Olmayan ve Dehşet Veren Sesler

Kafamın içinde üretilen insan seslerine, daha sonraları, her saniye yankılanan,

araba freni ve açık havada cırcır böceğinin çıkardığı sesleri andıran tuhaf ve

keskin sesler eklendi. Daha önceden kaydedilmiş olduğunu düşündüğüm ve bilâhare

beynime transfer edilen bu sesler, aslında işkence enstrümanlarıydı ve

muhtelif biçim ve yoğunluktaydılar. Bazen düşük ama ekseriyetle yüksek tonlarda

oluşturulan seslere karşı yapabileceğim tek şey ise, yatakta uzanmaktan başka

birşey olmuyordu. Son derece güçlü ve yıpratıcı bu sesler herhangi bir işe

konsantre olmama müsaade etmediğinden, çalıştığım işten emekliye ayrılmak

zorunda kaldım. Kesinlikle öyle olmadığım halde, doktorumun gözünde ben bir akıl

hastasıyım. Kafamın içini dürtükleyen yüzlerce kakafonik ses kaydıyla, günün

onbeş saati taciz ediliyorum. Bu sesler, bitkinlik, mide bulantısı ve istifrayı

tetikliyor.

Bu canîler, kişi her nerede olursa olsun, kurbanlarını uzaktan sürekli

izleyebilme; insan beynini, düşüncesini, tepkisini ve görüntülü resimleri

algılamasını yine uzaktan denetleyebilme; insan beynine bazı sesler, gürültüler,

resimler ve kurgulanmış gerçeklik senaryoları gönderebilme; aynı şekilde uzaktan

insan üzerinde gelişmiş tıbbî işlemler uygulayabilme; beyne doğrudan veri,

dosya, haber muhtevası zerkedebilme; bazı TV programlarının ve canlı şovların
benzerini kurbana uyarlayarak, tüm bunlar neticesinde onu daimî bir kontrol ve

takib altında tutup, mahremiyetine tecavüz etme gücüne sahibtirler. Bazı

televizyon sunucularının beyinlerinin yıkanması neticesinde veya maddi çıkar

karşılığında, masum kurbanların uzaktan kontrolünde aktif olarak ve sinsice suça

iştirak ettikleri hususu, uzman makaleleri ve sayısız kurbanın şahidliği ile
sabittir. (Bu
konuyla ilgili olarak, çeşitli ülkelerdeki beyin kontrol mağdurlarının

şahidliklerini okuyunuz.)

Böylece, uyku bozukluğu işkencesine, aklî ve fizikî varlığımı mahveden

psikolojik saldırılar, iftiralar ve acımasız tacizlerle yapılan kesintisiz hissî

ve zihnî işkenceye ve elektrikle oluşturulan ağrı, yanma ve şok işkencesine

maruz kaldım.

Gecenin oldukça geç bir yarısında kafamın arka kısmında hissettiğim bir ışınla,

çeşitli ağrılar hissetmeye başladım. Bunlar, başın ön kısmında ağrılar, her iki

kulak civarında ağrılar, göğüste ağrılar, kalb civarında ağrılar, ayaklarda

ağrılar,
omurlardan birinde şiddetli ağrılar, gözlerde yaşlanmaya sebep olacak kadar

yoğun ağrılar, beyinde keskin ağrılar ve özellikle testislerde çok yoğun ağrılar

şeklindeydi. Anladığım kadarıyla, bana işkence yapanların aldıkları zevk, her

gece cinsî organıma elektrikî yolla yaptıkları eziyetlerle daha bir katlanıyor.

Bu işkence suçlularının özellikle cinsel organlarımızla oynamak suretiyle
sadistçe bir zevk aldıkları, sayısız beyin kontrol mağdurunun rapor ettiği bir

gerçektir.

İspanyolca, Almanca ve İngilizce konuşan CIA ajanları, bana birtakım “oyun

metodları”nı kullanarak psikolojik işkenceler uyguladılar. Mesela, bir keresinde

“diğer” kelimesini söylediler ve aynı ânda bir sigara ateşi ile yakılıyormuşum

gibi, yakma işkencesine tâbi tuttular. Ardı arkası gelmez dalga enerjileri

bombardımanına tutarak beynimde yanmaya sebep oluyorlardı. Hile ve nefretle dolu
söyledikleri her kelimeye, merhametsizce yakma işkencesi eşlik ediyordu.
Gözbebeklerim, kulaklarım, cinsî organım başta, vücudumun her yanını bu şekilde
yaktıkları günler, hayatımın en kötü günleriydi.

Elektrik şokları ise, genellikle yüksek frekansta zayıf ve güçlü seslerle

beraber devam ediyor. Nefesimin kesilmesine sebeb olan ve elektrik şoklarıyla

gelen dalgalar tüm vücuduma yayılıyor ve birkaç saniye sonrasında da şuurumu

kaybediyorum.

Aslında insanların; biz kurbanların içinde bulunduğu durumu anlama veya inanma

noktasında zorlanmalarını bir dereceye kadar anlayabiliyorum. Zira, bu biraz da

kör bir insana kırmızı rengin neye benzediğini sormak gibi bir şey.

CIA ajanları, benim İran çerçevesinde siyasî bir aksiyoncu olmamam gerektiğini

defaatle belirttiler, hâlâ da belirtmekteler. Bu yazıyı tam şu ânda yazarken

dahi, CIA ajanlarının bana işkence etmeye devam ettiğini eklemek istiyorum.

Nasıl bir dünyada yaşadığımızı anlayamıyorum; bir alçak güruhunun modern

teknolojinin tek efendisi olduğunu görmek, insanlığa karşı kullanılan böyle bir

gücün insanlık düşmanlarına emanet edildiğini görmek, üstelik insanların bu

düşman gücün bir suç gücü olduğuna inanma zorluğu çektiklerini görmek, ne büyük

skandal!..
Beş yıldır devam eden bu işkenceden sonra, CIA’nın halâ benden ne istediğini
anlayabilmiş değilim. Beni serbest bırakacaklarını ve daha neler ve neleri vaad

etmişlerdi, oysa sonunda tüm bunların bir manipülasyon ve beyin yıkamadan başka

bir şey olmadığını gördüm. Ümidsizlik ve acizlik içerisinde kaç kez tuzaklarına

düştüğümü bilmiyorum.
Tüm bunlar, çoğu insana, en ufak bir bilgilenme zahmetine girmedikleri müddetçe,

yahud olan bitenlere peşin hükümden uzak biçimde daha açık fikirli olarak

yaklaşmadıkları müddetçe, veya bunun kendi başlarına asla gelmeyeceğini

düşünmekte ısrar ettikleri müddetçe, bir bilim-kurgu hikâyesi veya zihnin

ürettiği bir hezeyan gibi gelecektir. Sözümona uzmanlar, basmakalıb “şizofreni”

ve bildik “paranoya” masalını okumaya devam ettikleri müddetçe, bizim maruz

kaldığımız bu durum, daima zihnî bir hastalık veya bozukluk olarak addedilmeye

devam edecektir yine.

Sonuç olarak, kendi adıma, tüm CIA zihin kontrolü ve zulüm mağdurları ile

işbirliği yapma kararı aldım.
Babak Amirebrahimi

Tercüme: Oğuz YILDIRIM

Kaynak: www.fedame.org (FederationAgainst Mind Control Europe)

http://www.fedame.org/phpBB2/viewtopic.php...7a08230d857124c
http://zihinkontrol.blogcu.com/bir-zihin-kontrol-magduru-anlatiyor/6853984

25 Ağustos 2010 Çarşamba

YENİ SİLAH BEYİN Mİ?

7/8/2010 · Kategori: Toplum
Son elli yıldır, zihin kontrol çalışmaları, psikolojik savaş yöntemleri dünyanın
iki süper devletinin gündemine oturmuş durumda… Zihinsel dalgaların,

elektromanyetik dalgaların insan beynini

etkilediği bir gerçek…Bakın Prof. Dr. Haluk Nurbaki bu konuda ne demiş:

"Düşünelim ki, hali vakti yerinde, zengin, her istediğini alabilen mutlu bir

insan var. Ama bu insanı akşamleyin evine geldiği zaman bir huzursuzluk
kaplıyor. Bunun sebebi, bu kişinin sahip olduğu imkanlara komşularının sahip

olmaması üzerine komşularından gelen zihinsel dalgalardır. Daha önemli bir şey

söyleyeyim, sevgisini kaybetmiş toplumlar içerisinde yaşayan insan, orada

bulunduğu müddetçe zihni frekansları, sevgi yayınlarını kendiliğinden iptal

eder. Toplumdan gelen kavga, huzursuzluk yayınları o kişinin de beynini işgal

eder, onu da rahatsız eder. Dolayısıyla gerek bir alet vasıtasıyla, gerek

şeytan-manevi etki- vasıtasıyla ve gerekse insan vasıtasıyla dalga

hareketlerinden etkilenmek mümkündür.

Her harf ayrı bir frekans yayar. Harfler düşünce haline geldikten sonra, yayın

başlar. Yani ben mesela,"akrep" dedikten, beş harfi bir araya getirdikten sonra

yayın haline geçer. Ondan önce yayın yoktur. Mesela "A" harfi bir hiçtir.
Herhangi bir şeyi sesli olarak düşünmeden yani sessiz olarak düşündüğünüzde de

bir yayın söz konusudur. Bu kanalla düşüncenin tespiti mümkün ama imkansız

denecek kadar çok zor bir hadise…"

"Elektronik haberleşme alanında gerçekleşen akıl almaz ilerleme, bireyin özel

hayatı için büyük bir tehlike yaratmaktadır." Diyor, ABD Federal Mahkeme

Başyargıcı Earl Warren…

CIA da, senelerdir, "Uyuyan Güzel" kod adlı bir araştırma operasyonu
yürütülüyor. Amaç:

"İnsan beyninin uzaktan kumandası, yönetilmesi ve yönlendirilmesi!" CIA bu

yöndeki çalışmaların sürdürüldüğünü ve son derece olumlu sonuçlar alındığını

resmen açıklıyor. Servis hedefini anlatmak için örnekler veriyor:

Toplu bir ayaklanma halinde, karşı gösteri halindeki insanları kontrol altına
almak, sakinleştirmek, teslim olmalarını sağlamak…Bir teröristin uzaktan

kumandayla etkisiz hale getirilmesini sağlamak… Nasıl olacak bu iş?

Elektromanyetik ışınlarla beyinin bazı hücrelerini yok ederek veya bir süre için
uyuşturup etkisiz hale getirerek…

Hedef beyin! İnsan beynini uzaktan kontrol altına alma çalışmaları
Kaliforniya'daki laboratuarlarda, Moskova üniversitelerinin deney odalarında

sürdürülüyor.

Fareler, kediler, köpekler üzerinde başarılı olan yeni silahlar, insanoğlunu
yönlendirmeye hazırlanıyor.

Elektromanyetik ışınlar; metal, beton, su gibi engelleri rahatça aşabiliyor,
yüzlerce metre uzağa iletilebiliyor. İnsan beyni hedef alındığı zaman, beyinin

en en iyi koruma altındaki bölümlerine dahi ulaşabiliyor, etki yapabiliyorlar!

İşte yarınların istihbarat silahı bu.

Pentagon'un iddialarına göre, Ruslar bu alanda daha ileri gitmeyi, Amerikalıları

geride bırakmayı başarmışlar. 1985'ten beri, bir kilometre mesafeden etkili

olan, portatif ışın tabancasını istihbaratçılara ve askerlere teslim etmişler.

DİGİTAL TERÖRİZME DOĞRU

Beynin uzaktan kontrolü ve yönlendirilmesi olarak tanımlanan digital terörizm,
insanlığa yönelik yeni bir tehdit mi oluşturuyor?

Kapsamlı ve ciddi bir şekilde, ilk olarak John St. Clair Akwei adındaki bir
amerikan vatandaşının, 1996 da Amerikan Ulusal Güvenlik ajansı(NSA) aleyhine

açtığı bir davayla gündeme gelen, uzaktan düşünceleri okuma ve yönlendirme

teknolojisinin, gizliden gizliye kullanıldığını kanıtlayacak pek çok delil artık
mevcut….

Akwei, NSA'nın kendisini sürekli takip edip davranışlarını kontrol ettiğini
iddia etmişti, mahkemeye yüzlerce sayfalık delil sunmuştu.

Kısmen kanıtlanan iddialara göre NSA, bunu "sinyal istihbaratı" adı verilen bir

sistemle yapıyor. Bu sistem, dünyada elektrik taşıyan her şeyin çevresinde

manyetik alan olduğu ve alanların

elektromanyetik dalgalar yaydığı teorisine dayanıyor. NSA nın geliştirdiği

sistemle, uydular aracılığıyla, dünyanın neresinde olursa olsun, bir canlıyı
kontrol altına almak ve izlemek mümkün…

NSA'nın sinyal istihbaratının ilk aşaması, kontrol altına alınacak kişinin

elektromanyetik dalga boyunun tespit edilmesi. Herkese göre değişen ve 3-50

Hertz arasındaki elektromanyetik dalga boyutunun tespitinden sonra, bu dalga

boyu bilgisayara giriliyor ve artık 24 saat o kişi uydular ve çeşitli araçlar

aracılığıyla şüpheli kişideki elektriksel hareketleri analiz eden NSA, kişinin

beyin haritasını çıkararak düşüncelerini de okuyabiliyor. Konuşma merkezindeki

elektrik akımının analizi sayesinde, hedef kişinin sözleri dahi tespit
edilebiliyor, görme merkezi analiziyle kişinin gördüklerine ulaşılabiliyor.

Sinyal istihbaratı sistemi tersten de kullanılıyor. Bu teknolojinin ürperten

boyutu da, aslında burada yatıyor. Yani bir kişinin elektromanyetik dalgalarına

kilitlenip uydu aracılığıyla yapılan

takip, onu yönlendirmede de kullanılabiliyor. Hedefin beynindeki çeşitli

merkezlere gönderilen elektromanyetik sinyallerle kişinin görme, işitme,

koklama, hareket etme gibi her türlü duyu ve

davranışı değiştirebiliyor. Gönderilen sinyaller sayesinde hedef kişi,

başkalarının duymadığı sesleri duyabiliyor ya da görüntüleri görebiliyor.

Burada, yukarıda değindiğimiz bir noktanın altını tekrar çizmekte yarar var:

Beyindeki elektromanyetik dalga frekansı her insanda farklı olduğu için, belirli
bir kişiye gönderilen görüntü, ses ve benzeri sinyalleri diğer insanların

hissetmesi mümkün olmuyor. Bu
nedenle elektromanyetik tacize maruz kalan kişilerin itirafları, yeterli delil

olmadığı için tamamıyla kanıtlanamıyor.

PANDORA PROJESİ BAŞLANGIÇ OLDU

Uzaktan beyin okuma ve yönlendirme teknolojisinin doğuşu Batı'da olsa da, bu

teknolojinin temellerini atan Sovyet Rusya oldu. 1960-65 arası Moskova'daki

büyükelçilik binasında görevli Amerikalı personelin (Amerikan elçisinin daha

sonra ölmesini de içeren) çeşitli fiziksel ve zihinsel hastalığa neden olan
elektromanyetik sinyallerle kuşatıldığının farkına varılmasıyla, bu teknolojiden
haberdar oldu. Geçmişte ABD Savunma Bakanlığı'nda Bilim Danışmanı olarak görev

yapan dr. Stephan Possony, ABD nin bu alandaki ilk kapsamlı projesi olan PANDORA

projesinin nasıl başlatıldığını sonradan şu sözlerle açıklayacaktı.
"Moskova'daki elçinin ve diğer çalışanlardan bir çiftin, lösemi nedeniyle

ölmesinden sonra orada ne olduğunu çok dikkatli araştırmamız için ani bir emir

geldi. Dev bir proje yürürlüğe

girdi.Bu tümüyle Pandora projesi olarak bilinen hale geldi ve bu CIA'yi, İleri

Araştırma Proje Ajansı (ARPA) nı, devlet departmanını , donanmayı ve orduyu da

içeren TUMS, MUTS ve BAZAR
Projeleri gibi çok sayıda paralel projeyi kapsıyordu.

Sonradan Moskova Sinyalleri olarak adlandırılan elektromanyetik sinyallerin,

Amerikan elçiliğini hergün hedeflediğini söyleyen Dr.Possony, ARPA nın 20 Aralık

1966 tarihli"çok gizli" notuyla bu
projenin önemini gösteriyor. Dr. Possony,"Tehdidin ne olduğunu belirlemek için

Beyaz Saray, ABD haberalma heyeti vasıtasıyla, Devlet departmanı, CIA ve savunma

bakanlığı içinde bir araştırma çalışmasının yürütülmesi için direktif verdi.

Ulusal programın koordinasyonu "TUMSé kod adıyla Devlet departmanı tarafından
yapıldı. ARPA, insan üzerinde düşük seviyeli elektromanyetik radyasyon etkileri

bulunan ve potansiyel
tehditlerden birisiyle ilgilenen tüm programın seçilmiş bir kısmında temsil

edilmekte ve bunu üzerinde araştırma yürütmektedir. Bu not "pandora" diye

adlandırılan bu programdan elde edilen ilk sonuçları özetlemektedir." Diyor.

ABD bu yeni teknolojiyi tanımaya ve geliştirmeye çalışırken, 1974 yılında, V.P.
Kaznacheyev adındaki bir bilim adamı, ölümün uzak bir mesafeden ultraviyole
ışınlarının nakledilmesiyle

gerçekleştirilebileceğini kanıtladı. Aynı yılda bir Çek mühendis, Robert Pavlita
ise böcekleri uzak bir mesafeden "psikotronik" cihazlar kullanarak
öldürebildiğini gösterdi. CIA'nın Pavlita'nın

çalışmalarıyla ilgili raporlarına göre, bu bilim adamı insanda güçlü psikolojik
rahatsızlıklara ve ölüme neden olacak kapasiteye sahip olan, biri 320 km.,

diğeri daha uzun mesafeden etkili olan iki "psikotronik " silah geliştirdi.

NÖRO-ELEKTRO MANYETİK SİLAHLARIN ETKİLERİ

Nöro-elektromanyetik silahların insan üzerinde kullanılmasıyla ortaya çıkan
etkiler, silahların geliştirlmesinde habersizce denek olarak kullanılanların
psikolojik yardıma ihtiyaç duymalarıyla
ortaya çıktı. Bu etkilerin bazıları şöyle:
Hafıza kaybı ve davranış bozuklukları Duyulan sesin yönü, şiddeti ve içeriğinin
değişmesi.
Göz kapaklarını denetleyerek konuşmanın bozulması. Şiddetli kalp çarpıntısı.

Zahmetli işler sırasında omuzları ve kolları zorlanarak kazalara neden olma. Bir

şey yaparken dirseklerin dürtüklenmesi ve işe engel olma. Bacaklarda ağrı ve

gereksiz hareketlenme, sağ ve sola sallanma ve aşırı sertleşme. Ayağın zor
ulaşılan yerlerinde kaşınma ve kızarmalar.

*Sırttaki büyük kaslarda kasılmalar.

*El hareketlerinin kontrol edilmesi

*Düşüncelerin okunması ve ya dışarıdan düşünce iletilmesi.
*Rüyaların denetlenmesi.
*Hareket eden hayali görüntüler görülmesi.

*Göz kapaklarının sürekli açık tutturulması.

*Sürekli kulak çınlaması.

*Çene ve dişlerin neden yokken titremesi.
http://zihinkontrol.blogcu.com/yeni-silah-beyin-mi/8632703

20 Ağustos 2010 Cuma

HER KALP,YAŞADIĞI AŞKLA ŞEKİLLENİR...

Her aşk bulunduğu kalbin şeklini alır.' Ve her kalp yaşadığı aşk kadar şekillenir. İnsanları ikiye ayırmak adettendir. Çünkü anlamanın yolu ayırmaktan geçer. Bütün eşya birlikten yana koyarsa hükmünü kimin kim olduğu muamma olur diye; çeşitten yanadır dünyanın günü. Bunca çeşit arasında ayırmalıdır o vakit birbirine uyanlar ile uymayanları. Akıllılar ve aklı kıt olanlara diye önce. Güzeller ve çirkinler diye sonra. Padişahlar ve cariyeler diye. Daire tamamlanır gibi olduğunda her işin hem başı hem sonu olarak; aşka gücü yetenler ve aşka gücü yetmeyenler diye latif bir çizgi çizilmelidir kul ile kul arasına ve dahi kul ile eşya arasına.

Söz işte burada çatallanır. Kainatın dili aşktan yana söyleyip durduysa ve alemlerin Rabbi bunca güzelliği sadece Muhammed'in aşkına "ol" kıldıysa her kul bilemese de gönlünün çapını kendini aşka gücü yetenlerden sayar. Herkesin aşkı kendinedir taşıyabildiği kadar. Kolayından taşınabilseydi her aşk her sevda sözün hükmü uçurur muydu gücünü yedi iklimden öte.

Her aşk önce gözde başlasa da bilinçtir aşkı güzelleştirip değiştiren. Evet sahibinde saklı her aşk değiştirir her şeyi. Önce sahibini değiştirir. Sonra sahibinin gözünden bütün dünyayı. Kim ki aşık bir yüze düşürür kendini kendinden önce keşfeder kendini. Çünkü aşığın aynası billurdandır. Hataların günahların yok olduğu bilurdan. Güzelliğin katmerleşip merhametin engin deniz hükmünde dalgalandığı.

Her aşk önce gözde başlasa da bilinçtir aşkı güzelleştirip değiştiren. Evet sahibinde saklı her aşk değiştirir her şeyi. Önce bir güzelin resmi düşer bilincin sudan berrak yüzüne. O resim değiştirir idrakin her türlü kıvrımını. O resimden önce ve o resimden sonra diye ikiye ayrılır hayat hiç birleşmemecesine.

Ben bilinç dedikçe siz yaban düşürseniz söze. Olsun. Bu hikayenin güftesi bilince düşmüş olsun yürekten evvel. Hapseden ve dahi hıfz eden bilinçtir. Onun içindir ki aşkın tamama ermesi bilincin yitmesiyledir.

Öylesine yaşanmış aşklar vardır ki yakıp yıktığı gönüllerin harabesinden her çağda yeni çıralar tutuşturur. Hayatın bir geleneği vardır. Bunca değişmedeyse de her şey biz biz olduğumuzu nereden anlayacağız diye telaşa düşmüşken duyguların hiç değişmeyen yüzü geçip çağdan çağa bulur bizi. Duygularda devam eder hayatın geleneği.

Yaşayan insan kadar yaşanılmış aşk yoksa da; aşka düşen her sevdalı kendi yangının ilk bilir. Yaşarken yaşayanlar ilk bilir de onca aşkın satır aralarından tanığı olan okuyucu onca aşkı nasıl yerleştirir hafıza bohçasına? Şurada ben aşıkken okuduklarım. İçindeyim her satırın. Ve kahramanıyım her duygunun. Yaşanılanların aktarıcısı değil harfler. Benden bana giden yol. Ben olmasam o satırlardaki aşk ta yok. Leyla ile Mecnun yok. Arzu ile Kamber yok. Kerem ile Aslı yok. Hüsrev ile Şirin hiç yok. Hiç yok diye bunca keskin ise vurgu hiçlikten varlık bulacak yüzlerce yıl öncesinin aşkı. Sen varsın ve ey okuyucu oradasın. Öyleyse yeniden şekillenir bütün geçmiş zaman aşkları.
http://duyguakin.blogcu.com/her-kalp-yasadigi-askla-sekillenir/6828570

7 Ağustos 2010 Cumartesi

YÜKSEK FİKİR ALÇALIŞLARI..(NAMAZ HAKKINDA)

METİN KARABAŞOĞLU
"İKİNCİ ŞUA"DA kaldığımız günlerdi. Baştan sona tevhid ve ehadiyet üzerine örülmüş bu güzelim risalenin "İkinci Makam"ını okuyor ve bu bahsin anahtar kelimelerinden 'kemal' ve 'kibriya'yı kavramaya çalışıyorduk.
Bu bahiste, Risale-i Nur'un başka hiçbir yerinde görmediğimiz bir esma-i hüsna tamlaması vardı: Kebîr-i Kâmil. Risale'nin hemen her yerinde Kadîr-i Zülcelâl, Hâlık-ı Kerîm, Adil-i Hakîm, Vâhid-i Ehad.. gibi isim tamlamaları görmeye alışkındık. Hatta, belki bu alışkanlık yüzünden, onları öylesine okuyup geçtiğimiz, ilgili bahiste Rabbimizin güzel isimlerinden o ikisinin özellikle seçildiğini, o yerde meselâ Hâlık-ı Zülcelâl'in değil de Hâlık-ı Kerîm'in.. tercih edildiğini düşünmediğimiz de oluyordu. Ancak, bu kez durum farklıydı. Zihnin görmeye alışkın olduğu bir esma tamlaması sözkonusu olmadığı için, dikkatimizi çekmişti 'Kebîr-i Kâmil.' Rabbimizin birliğinin ve herşeyin doğrudan doğruya O'nun eseri ve fiili olduğunun hâkimiyet, kibriya, azamet, kemal, ıtlak ve ihata hakikatleri üzerinden izah edildiği bahisteki bu tamlamayı çözmemiz, bunun için de kibriya ile kemal arasındaki rabıtayı görmemiz gerekiyordu. Ama ondan da önce, 'kemal' nedir, 'kibriya' nedir, bunu iyice kavrama durumundaydık.

Doğrusu, okuğumuz bahis bu noktada bize çok fazla yardımcı olduğu söylenemezdi. Risale'nin şefkatli müellifi, kemal ve kibriya bahsinde bir çetin cevizin sert kabuğunu çatlatmış, cevizi açıp meyvesini yemeyi ise bizim gayretimize bırakmıştı. Kimbilir, 'gazete gibi okumayın; dikkat ve teennî ile, üzerinde durarak okuyun' dediği risalelerden biri olan bu güzelim bahsi öylesine okuyup geçmememiz için böyle yapmıştı belki. Her hâlükârda, o bahiste 'kemal' ve 'kibriya'nın tanımına ve irtibatına dair 'Kebîr-i Kâmil' tamlamasından başka ipucu yoktu. O yüzden de, başka bahislere bakıp oralarda açıcı unsurlar bulmamız gerekiyordu.

* * *

"Dokuzuncu Söz," o günkü ders müzakeremize, işte bu ihtiyaçtan dolayı girdi. Bu güzelim sözde de, çok seneler önce farkına varıp henüz izahını yapamadığımız bir nüans vardı. Bu nüans, tam da bu noktada, hem kendisini, hem de müzakeresini yaptığımız bahsi açacak bir anahtara sahip olmasındı?

Cemaatle kılınan namazlar sonunda tesbih çekilirken, her bir tesbihatı sırasıyla hatırlatan bir müezzin sunuşu vardı hani. "Subhanallah" diyerek tesbih çekmeye başlamadan önce, "Zülcelâli subhanallah" derdi müezzin. "Elhamdülillah" demeye ise, "Zülcemali elhamdülillah" ile başlardık. Sıra "Allahuekber"e geldiğinde ise, bir giriş sadedinde "Zülkudreti allahuekber" derdi müezzin. Oysa namazın beş vakte tahsisindeki hikmetin izah olunduğu "Dokuzuncu Söz"de, "Namazın mânâsı, Cenab-ı Hakkı tesbih ve tazim ve şükürdür. Yani, celâline karşı kavlen ve fiilen 'Subhahallah' deyip takdis etmek; hem kemaline karşı, lâfzen ve amelen 'Allahuekber' deyip tazim etmek; hem cemaline karşı kalben ve lisanen ve bedenen 'Elhamdulillah' deyip şükretmektir" ifadesi geçiyordu. Celâle karşı subhanallah, cemale karşı elhamdulillah, kemale karşı Allahuekber! Bu nüansı farkedeli beri, namaz tesbihatlarında "zülkudreti Allahuekber"in yerine "zülkemali Allahuekber" demeye, boş söylemeyen ve boş konuşmayan üstadıma ittibaen, başlamıştım gerçi; lâkin, kudrete bedel kemalin niye tercih edildiği seneler senesi bir muamma olarak kalmıştı benim için. Şimdi, bu 'kemale karşı Allahuekber' ifadesini, 'Kebîr-i Kâmil' ile birlikte düşünsek, kemal ile kibriyanın ne olduğunu, niye birbirine baktığını çözebilir miydik?

* * *
O gün, bu aşamada, ihtiyaçtan gelen bir heyecanla ona yakın akıl ile yirmiye yakın kulak ve gözün nasıl kapasitesini son sınırında kullanma cehdine girdiğini hâlâ tebessümle hatırlıyorum. Küçük anlama denemeleri, deneme-yanılmalar, öyle mi böyle mi ihtimalleri arasında gezintiler.. derken, hiçbirimizin tahmin edemediği bir büyük yolculuğun ortasında bulmuştuk kendimizi. Geldiğimiz ilk durakta, "Dokuzuncu Söz"de celâl ile tesbihin, cemal ile tahmidin eşleştirilmesi üzerinde durmuştuk. Rabbimizin kudret, izzet, kahr, cebr, hakimiyet gibi celâlini bildiren esma ve sıfatları karşısında O'nu noksanlardan tenzihin ifadesi olarak 'Subhanallah' deyişin; keza, Rabbimizin rahmet, merhamet, şefkat, ikram, ihsan, lutuf gibi cemalini bildiren esma ve sıfatları karşısında O'na olan hamd ve şükür borcumuzun ifadesi olan 'Elhamdulillah'ın izahını bir derece yapabiliyorduk. Ama kemal ile 'Allahuekber'in eşleştirilmesi neyin nesiydi? 'Kemal' ne idi ki, celalin de, cemalin de ötesinde ve üstünde idi? 'Kemal' neydi ki, Allah'ın mutlak anlamda kibriya sahibi olduğunun, O'nun büyüklüğü karşısında başka bütün büyüklüklerin mutlak anlamda küçüldüğünün, büyüklüğünde O'na rakip bulmanın mutlak derecede imkânsız olduğunun ifadesi olan 'Allahuekber' ona binaen söyleniyordu?
Bir sonraki durakta celâl ile cemal arasındaki zıtlık zihin gündemimize girecekti. Celâl ile cemal arasındaki bu mesafe yüzünden, celâlli insanlarda cemalî vasıflar, cemalli insanlarda celâlî vasıflar pek bulunmazdı. Meselâ, sert mizaçlı insanlardan herkes korkar, zira 'sağı-solu pek belli olmaz'dı. Yumuşak huylu insanlar ise, kesin ve net tavır gerektiren durumlarda bile "Adın Mülayim, sert olsan ne yazar" deyişine konu olan bir pısırıklık sergilerlerdi çoğunlukla. Yani, ne sırf celâlli birinden 'mükemmel insan' olarak söz edebilirdik, ne yalnız cemalli birinden. Her ikisi de, 'tam'lığa ulaşamıyor, mükemmel olamıyor, eksik kalıyordu. Eksik! Kemalin zıddı da buydu işte. Kemal, tam olandı, eksiksiz olandı, bir boşluk ve zaaf taşımayandı. Birşeye 'mükemmel' derken, o şeyin varoluşunda hiçbir eksik ve kusur olmadığını söylemek istiyorduk.

O halde, Allah'ın Zülkemal oluşu, celâl ve cemal gibi bize zıt gözüken, insanların dünyasında birebir örtüştüğünü pek de göremediğimiz bu iki vasfı O'nun beraberce ve kâmilen zâtında barındırmasının ifadesi miydi yoksa?

Yolculuğun bundan sonrası, müthiş bir hızla gerçekleşecekti. Kemal, buydu işte. Zıtların, bize zıt görünenlerin buluşması idi. O, hem zülcelâl idi, hem de zülcemal. Rabbimiz, mutlak anlamda celâl sahibi olarak mutlak anlamda cemal sahibi olmasıyla gösteriyordu kemalini. Cebbar ve Kahhar bir Yaratıcı olarak, Rahmân ve Rahîm de olmasıyla; Azîz ve Kadîr olmakla birlikte Kerîm ve Muhsin olmasıyla; Adil ve Zü'ntikam olmasıyla birlikte Gafûr ve Halîm de olmasıyla gösteriyordu.

Meselâ, celâlî bir vasıf olarak kudret sahibiydi O. Mutlak bir kudret sahibiydi. Ama, hâşâ zaptolunamayan, yakıp yıkan bir kaba kuvvet değildi O'nunki; bilakis, kudretinin 'basîrâne bir tasarruf'u vardı. Her bir şeye lâyık ve lazım olduğu şekliyle tecelli ediyordu. Hem, kudretini acze dönüştürebilecek ölçüsüz bir rahmetten de berîydi; rahmetini silip süpürecek kontrolsüz bir güç (Kontrolsüz güç güç değildir. Prelli raklemı) gösterisinden de. Hem, celâl ile cemali, yarattığı her bir şeyde buluşturuyordu. Bazı şeyleri cemalsiz, bazı şeyleri ise celâlsiz yaratma gibi bir noksanlıktan da münezzehti. Kar taneleri gibi her biri ayrı bir nakış taşıyan müthiş bir güzellik sergisi, yolların kapandığı, insanların evlerde kaldığı bir celâl boyutu da taşıyordu sözgelimi. Hem insana haşyet ve ürperti veren bir celâl sergisi olarak gökyüzü, müthiş bir güzellik sergisiydi de...

'Kemal'i bu şekilde düşünüp yine Risale sayfaları arasından bunun teyidini aradığımızda, meselâ 'kemal-i kudret'in ne anlama geldiğini başka bahislerin de yardımıyla çözdüğümüzde, keşfimizden iyice emin sayılırdık. Kadîr-i Zülcelâl'in 'kemal-i kudret'i de, zıtlıkların buluşması ile açıklanıyordu çünkü: Kâinatta hem muazzam bir çeşitlilik vardı, herşey birbirine karışmış, içiçe geçmiş durumdaydı, birşeyin olması pek çok şeyin işin içine girmesini gerektiriyordu; ama buna rağmen, bir karışıklık ve keşmekeş de yoktu kâinatta. Bilakis, bir düzen, intizam, temyiz ve tefrik vardı. Yine kâinatta bolluk ile sanatlılık, çokluk ile güzellik beraberce hüküm sürüyordu. Meselâ bir papatya hem son derece çok idi, hem de çok güzeldi. Kar taneleri hem bol, hem sanatlıydı. Her bir tür için, her cinsten şey için geçerli olan da buydu. Öte yandan, her bir şeyin varlığı için bütün kâinatın çalıştırılması gerekiyor, yine de herşey muazzam bir kolaylık ve suhulet içinde vücuda geliyordu. Kudretteki kemali işte böylesi zıtların buluşmasıyla ortaya çıkıyordu; kibriyâ hakikati de işte bu şekilde tezahür ediyordu.

Allah, 'Ekber'di, 'Kebîr'di; çünkü, O'nun için 'zıtların ve zıtlıkların sınır koyması diye birşey, birşey ağırlık verirken öbürünü eksik bırakmak diye birşey sözkonusu değildi. O'ndan gayrı herşeyi sınırlayan ve eksik bırakan zıtlıklar, O'na ârız olamıyor; O, kibriya ve azametini, işte bu kemal keyfiyetiyle gösteriyordu. Sözgelimi, 'sanat'ı sözkonusu edecek olsak, ömründe yirmi-otuz güzel tablo yapan, bunlar için ise çöpe attığı binlerce eskiz yapması gereken meşhur ressamlar değildi 'büyük' olan; sanatta büyüklük ve kibriyâ, meselâ her sabah ve her akşam üzeri gökyüzü tablosunda her biri birbirinden eşsiz, herbiri muazzam derecede güzel tabloları an be an yazıp bozan Sâni-i Zülcelâl'in vasfıydı ve ancak O'nun hakkıydı. O ki, koca kâinatın işgörmesini gerektiren işleri kolaylıkla gördürüyor, çeşitlilik ile âhengi, çokluk ile beraberliği, bolluk ile değerliliği, kolaylık ile sanatkârlığı.. buluşturuyordu.

İşte onun için, O, Kebîr-i Kâmil idi. Onun için, celâle karşı tesbih ve cemale karşı hamd ettiğimiz gibi, celâl ile cemalin beraberce varlığı demek olan kemâle karşı tekbir getiriyor; o tekbir ile, hem O'nun mutlak büyüklüğünü, hem O'nun büyüklüğü karşısında yaratılmışlar olarak hepimizin mutlak küçüklüğünü kabul ve ilan ediyorduk. Ezana da, namaza da Allahuekber ile başlamamız bundandı işte. "Allahuekber" O'nu tanımanın zirvesi ise, kulluğun zirvesi olan namaz onunla başlardı elbet. Kulluğun zirvesi olan namaza davet de onunla başlardı muhakkak.

* * *
İşte, 'Kebîr-i Kâmil' tamlamasında saklı kemal ve kibriya irtibatına dikkat ile başlayan, ummadığımız anlam yolculuklarını bize yaşatan, tadı hâlâ damağımızda duran o güzelim ders müzakeresinden sonraki günlerden biriydi ki, bir namaz esnasında, namazdaki "Allahuekber"lerin çokluğu çekti dikkatimi. Başlarken Allahuekber, rükuya giderken Allahuekber, secdeye giderken Allahuekber, secdeden kalkarken Allahuekber, tekrar secdeye eğilirken Allahuekber, yeniden kıyam için Allahuekber! Namazın her rekatında en az beş kez "Allahuekber" diyor, dört rekatlık bir namazı yirmibir kez Allahuekber diyerek tamamlıyorduk. Celâlî ve cemalî bütün isimlerin Allah'a ait olduğunu bildirip zıtları buluşturma gibi kulların acziyet ve küçüklüğünü belgeleyen bir kemal haliyle O'nun kibriyasını ilan eden bu kısa ama büyük kelamı, bayram namazlarında daha da ziyadesiyle söylüyorduk üstelik.

İlk kez namaza durduğum günlerden onca sene sonra, "Allahuekber"deki derinliğin bir derece dünyamıza açıldığı bir dersin akabinde namazlardaki "Allahuekber"lerin sırrını ve çokluğunu keşfettiğim bu günde ise, tek bir lâfzı bu kadar değerli, bu kadar derin, bu derece büyük olan namazın bir bütün olarak ne kadar büyük, değerli ve derin olduğunu soracaktım kendi kendime. "Allahuekber"in kavrayabildiği derinlik ve büyüklüğü üzerinden, namazdaki derinlik ve büyüklüğü bir derece kavrayabilirdi insan.

* * *
Nitekim, sonraki günler, haftalar ve aylar, bu 'bir derece kavrama' çabası içinde geçti. İstidadım nisbetince, namazdaki her bir sözün ve her bir edebin hikmetini düşünmeye çalıştım. Bize "Allahuekber"in şifresini hediye eden Risale'ye, bir de, namazın sair rükün, lâfız ve edeblerine dair izahlar, ipuçları ve şifreler bulma azmiyle baktım. Gördüm ki, namazın her bir rüknünün ayrı bir hikmeti vardı. Kıyam da bir anlam ifade ediyordu, kıraat da. Kıyamdan sonra rükuya gitmenin de bir hikmeti vardı, rükudan sonra secdeye kapanmanın da. Rükuda "Subhane rabbiye'l-azîm" demenin de bir hikmeti vardı, secdede "Subhane rabbiye'l-a'lâ" demenin de. Hem, namazın hemen başlangıcında "Subhaneke allahumme ve bi hamdik" duasını okumanın da bir hikmeti vardı; bunun "subhanehu" değil de, "subhaneke" suretinde oluşunun da. Bütün rekatlarda Fatiha'nın, otururken ise tahiyyatın muhakkak okunuşunun da.

"Subhane-hu" değil de "subhane-ke" deyişimiz, Rabbimize karşı doğrudan bir muhatabiyetin ifadesiydi sözgelimi. "Subhanehu," yani "Onu tesbih ve tenzih ederiz" demiyorduk namazda; "Subhaneke," yani "Seni tesbih ve tenzih ederiz" diyorduk. Çünkü, namaz dışında bir biz vardık, bir kâinat; bir de bizi ve kâinatı yaratan Zât-ı Zülcelâl. Biz, O'nun kâinata 'halife' olarak yarattığı en şerefli mahluk olarak, kâinata O'nun adına bakma durumundaydık sair vakitlerde; "Subhanehu" bunun içindi. Ama namaz, halifenin, üzerine halife olduğu teb'adan tahsil edeceğini edip, bunu Sultanına teslim etme vaktiydi. 'Gâibâne ubudiyet'ten 'hâzırâne ubudiyet'e geçiş vaktiydi. Artık kâinat önümüzde değil; ondan o vakte kadar toplayabildiğimiz tesbihat ve tahmidat ile arkamızdaydı. Doğrudan doğruya Rabbimizle yüzyüzeydik, dosdoğru O'nun huzurundaydık namaz esnasındaydı. O yüzden, hâlâ daha 'O' diyemezdik, 'Sen' dememiz gerekiyordu artık.

"Subhanehu" diye değil de "Subhaneke" diye işte bunun için başlayan kıraatimizin Fatiha ile devamı ve Fatiha'nın her rekatte tekrar tekrar okunuşu da elbette bir hikmete binaendi. Dahası, bir değil, birçok hikmete binaendi. "Fatiha"ya dair yazılmış binlerce tefsir; Fatiha'nın bir besmelesi için, hatta "na'büdü"sündeki bir 'nun' içilen yazılan muazzam risaleler, bu hikmetlerin birer örneğini veya anahtarını vermekteydi. Ki, bilhassa Risale'deki Fâtiha bahislerinin yardımıyla, kendi istidadımca, Fâtiha'ya dair bazı nükteleri uzaktan uzağa farketme imkânı bulacak; farkedebildiğim o nükteleri kavrama ve paylaşma iştiyakını ise, Rabbim nasip ederse bir gün yazmaya azmettiğim "Fâtiha'yla Gelen Açılışlar"a bırakacaktım.

Hem, kıyamda veya rükudan doğrulurken hamdimizi ifade etmemize mukabil, rüku ve secdenin tesbih ve tenzih makamı oluşunun da, bir dere elbette hikmetleri vardı. Nitekim, bu hikmetlere dikkatimizi çeken hadisler de bulunmaktaydı. Ayakta iken eğilişin ifadesi olan rükuda 'rabbiye'l-azîm' dememize bedel secdede 'rabbiye'l-a'lâ' dememiz de rastgele değildi muhakkak. Azîm ismi eşyanın zahiri üzerinden kavranan ilâhî azamet ve büyüklüğü, A'lâ ismi ise eşyanın derûnuna bakıp kavranan ilâhî ulviyet ve büyüklüğü ifade ediyordu. A'lâ ismi, anlamca ve muhtevaca Azîm isminden daha derin bir ilâhî isim idi açıkçası. Dolayısıyla, rükûya göre daha derin bir kulluk ifadesi olan secdeye A'lâ, rükuya da Azîm ismi yakışmaktaydı.

Tahiyyatın secdeden sonra gelişinin, en sonda gelişinin, o tahiyyat ile bütün mahlukatın hayatlarıyla ve varoluşlarıyla ettikleri bütün tesbihat ve tahmidatı Zât-ı Zülcelâl'e arzedişin çok hikmetlerinden bir kısmı ise, "Altıncı Şua"da izah olunmaktaydı. Sultan-ı Ezelî'nin, Mâlikü'l-Mülk'ün, Rabbü'l-âlemîn'in huzuruna girişin timsali olan kıyamın, O'nun huzurunda kulluğunu ilanın timsali olan rükunun, O'nun huzurunda kulluğunu mutlak surette ilanın ifadesi olan secdenin ardından gelen tahiyyat ile, en azından şunu bilebilirdik: O Sultan-ı Ezelî'nin şerefli bir halifesi olup bütün mahlukatın hayatlarıyla ettikleri tesbihatı O'na iletir bir büyük makam kazanmak için, en başta kendi benlik iddiamızdan soyunup varlığımızı O'ndan bilmemiz, O'nun ismiyle varlığımızın devam bulduğunu idrak etmemiz ve O'nun adına varolmayı becermemiz gerekiyor. Nitekim, tam bu mânâları en derin ve geniş anlamıyla yaşamış olan Resûlullah'ın miracını bize hatırlatan kudsî bir hatıra da taşıyor değil miydi "et-tahiyyâtu lillâh"?

Velhasıl, başlama tekbirinden selama, "subhaneke"den tahiyyat ve salavâta.. her bir rüknü, her bir kelimesi, her bir edebi ayrı bir ubudiyet talimi yüklü bir büyük hakikat idi namaz. Kulluğun özü ve özeti denebilirdi onun için. Ondaki her bir lâfız bindört yüz yıldır müstaid insanlar için ayrı bir tefekkür deryasının limanı olmuştu, Onun her bir rüknüyle bozulmamış istidadlar marifetullah ve muhabbetullah zirvelerine uçmuştu.

Üstelik, namazdaki derinlik, büyüklük ve yükseklik, sadece içindeki erkan ve âdâb ile sınırlı da değildi. Meselâ her gün farz namaz için beş vaktin tahsis olunması öylesine ince hakikatler taşıyordu ki, bir Bediüzzaman Said Nursî, sırf bu beş vaktin hikmetine dair eşsiz bir risale yazmıştı. Bu beş vakitte, gündelik hayatın ötesinde insan ömrünün, dünyanın ömrünün ve kâinatın ömrünün özetini görebilirdi insan.

Hem, namazın öncelikli şartı olarak abdestin, namazın ardından yapılan dua ve tesbihatın da derin anlamı, paha biçilmez kıymeti vardı.

Kısacası, namaz için, imanla İslam'ın kesişme noktası denilebilirdi. İman ile İslâm hakikat kitabının birbirine bakan iki tarafı ise, namaz tam ortadaydı. Amelî tarafıyla İslâm tarafında duruyor, ama içerdiği talim ve ders ile iman tarafına bakıyordu. O yüzden, sadece "İman eden kişi namaz kılar" demek, namaz için yetersiz bir açıklamaydı. Bu kabil bir açıklamanın yanında "Namaz kılan insanın imanı ziyadeleşir" de demek gerekiyordu. İman ile İslâm'ı içiçe girmiş, birbirine bakan ve birbirini gerektiren iki daire ise, namaz her iki dairede de yer alan bir kesişme alanıydı sanki! Onun için ne söylense az, ne yazılsa yetersizdi.

Zira, "Onbirinci Söz"de görüldüğü ve gösterildiği üzere, kâinatın yaratılışı gelip insana, insanın yaratılışı ise gelip namaza dayanıyordu. Daha açık konuşursak, kâinat insan için, insan ise namaz için yaratılmıştı. Bu, açık-seçik ortadaydı.

* * *
Resul-i Ekrem'e (a.s.m.) daha ilk vahyin geldiği gün Cebrail aleyhisselamın ona namazı da öğretmesinden anlayabilirdik bunu. Namaz, henüz bütün mü'minlere farz kılınmış değildi gerçi; ama ilk vahyin hemen ardından öğretilen ilk ibadet, namazdı. Cebrail aleyhisselam daha o gün Efendimize abdesti ve namazı öğretmiş; Peygamberimize ittibaen Hatice validemizin de kıldığı namaza, Resûl-i Ekrem'in evinde ve terbiyesinde bir çocuk olarak Hz. Ali de dehalet etmişti. Resûl-i Ekrem, resûl olarak, merkezinde namazın yer aldığı hayat yaşamıştı yirmiüç sene boyu. Mekke'de müşrikler en ziyade Kâbe'de namaz kılarken görmüşlerdi onu; Medine'ye hicretinde ise ilk işi mescidinin yerini tayin olmuştu. Herhangi bir seferden Medine'ye dönüşünde, yine ilk olarak mescide gidip iki rekat namaz kılıyordu kudsî nebî. Farzları, nafileleri; bizim nazlandığımız 'beş vakit' farza mukabil, ona en azından bir beş daha ilave eden sünnetleriyle, hayat-ı nebevînin hep merkezindeydi namaz. Habîb-i Ekrem'in 'iki gözünün nuru' oydu. Zira o, 'dinin direği' idi, 'kişiyle şirk arasında engel olarak namazın olduğu'nu ilan buyurmuştu; 'mü'minin miracı'ydı namaz. Onun bildirdiği üzere, 'içinde namaz olmayan dinde hayır yok'tu. Öyleyse, içinde namaz olmayan, merkezinde namaz durmayan bir hayatın hayrından da söz edemezdik herhalde. Şefkatli nebînin (a.s.m.) vefatından az önce yaptığı son vasiyetin öncelikli unsurunun bir unsuru 'elinizin altındakilere,' yani köleler, hanımlar, çocuklar gibi acizlere iyi davranmak iken, diğerinin namaz oluşu; vefatı hengamında dahi "Namaza, namaz devam ediniz!" demekten, "Namaza! Namaza!" diye uyarmaktan geri durmayışı bu yüzden olmasındı?
* * *

'Kemal' ve 'kibriya' ile başlayan bir zihin yolculuğunun akabinde biiznillah bu mânâlar dünyama açıldıktan sonra, bu yolculuktaki rehberim olan, beni Kur'ân'la ve Resûl-i Ekrem'le (a.s.m.) tanıştıran sevgili üstadımın yazdığı risalelerde, hatta mektuplarında namaz üzerinde o kadar ısrarla duruşunun hikmetini de kavrayabiliyordum artık. Namaza dair, benim bir derece kavrayabildiğim derin ve derinlikli risaleler yazmış bir insan olarak onun şekilcilik, şu-bu diyerek namazı hor görmeye, onu mü'minlerin zihin ve yaşayış gündeminden düşürmeye çalışan insanlara karşı hassasiyetini de anlayabilirdim. Namazdaki derinliği bir derece kavradıktan sonra, namaza böylesi bir nazarla körce yaklaşanlar benim nazarımda dahi darlık, kütlük, sığlık ve adilik timsaline dönüşüyorsa, namazdaki bu derinliği derinlemesine kavrayan bir insan neler hissetmezdi ki? Hele, böyle bir yaklaşımın ardında, insanları namazdan ve namazla birlikte dünyalarına taşınan hakikatten koparma çabası görüyorsa, neler hissetmezdi?

O, bir zaman ısrarla davet edildiği Ankara'ya, dimağının ve kalbinin derinliğinde namaza dair böylesi mânâlar taşıyan biri olarak gitmişti işte. Gelin görün ki, evvelemirde, 'âlem-i İslâm'ı kâfirlerden kurtaran' oluşum içindeki birçok mebusun kendilerini namazsızlıktan kurtaramadıklarını üzülerek görmüştü. O yüzden, ilk işi, onları, onların anlayacağı dilden namaza davet eden bir beyanname neşredip okutturmak olmuştu. Bir şefkat tecellisi olan bu hikmetli beyanname, biiznillah, tesir de bırakmıştı namaza karşı lâkayd ama esasen namaza karşı durmayan yüreklerde. O beyanname sonrasında elli-altmış mebus namaza başlamıştı.

İş bu noktaya gelince de, onu Ankara'ya davet edenler ile arasında şiddetli ve hiddetli bir tartışma yaşanacaktı. Geldiğinde gördüğü ilk şey namazsızlık, yaptığı ilk şey namaza davet olan olan bu büyük insanı oraya çağıranların en kudretlisi, "Hoca! Seni yüksek fikirlerinden istifade için çağırdık" demişti ona. "Yüksek fikirlerinden istifade için çağırdık. Sen ise geldin, en evvel namaza dair bir beyanname neşrettin."

Bu sözdeki, namazı 'yüksek fikirler'in aşağısına koyan yaklaşım ve üslub, namazın yüksekliğini son derece müdrik bir insana dokunmaz mıydı? Hele hele, 'yüksek' denilen bu fikirler, kelimenin kök anlamıyla alçak (denî) dünyanın fani yüzünde takılıp kalmış fikirler ise? Kâinatın kendisi için yaratıldığı insanın yaratılış sebebi olan namazı, kâinat içinde bir toz zerresi hükmünde kalan dünyanın fani yüzüne dair 'yüksek fikir'lerin altında ve aşağısında görmek! İman ve ibadetteki sadakat ve salabeti ile şöhret bulmuş bir insan, böylesi bir sözü elbette cevapsız bırakamazdı.

Bırakmamıştı da. Karşısında nice devletlûların aksine fikir beyanından korktuğu kişiye, hem de başkaca insanların bulunduğu bir ortamda, "Paşa! Paşa! İmandan sonra en yüksek hakikat namazdır. Namaz kılmayan haindir. Hainin hükmü merduttur" gibi yenilir yutulur cinsten olmayan kesin ve keskin cümlelerle cevap vermişti nitekim.
http://www.karakalem.net/?article=2

1 Ağustos 2010 Pazar

AŞK GELDİ....

"Aşk geldi. Damarımda, derimde kan kesildi; beni kendimden aldı, sevgiliyle doldurdu. Bedenimin bütün cüzlerini sevgili kapladı. Benden kalan yalnız bir ad, ondan ötesi hep O...." Mevlana Celaleddin-i Rumi Hazretleri

http://www.kalbinsesi.com/konu1/mevlana42.asp

CARİYENİN ÖLÜMSÜZ AŞKI...

Yavuz Sultan Selim Han, Mısır'ı fethettiğinde bir süre orada kalır. İdareyi eline alıp kendi hâkimiyetini yerleştirmek için bu elzemdir. Bu sırada bir çadırda kalıyor. .
Çadırı süpürüp temizleyen, yemeği yapan Mısırlı bir cariye vardır ki, Yavuz Selim Han sabah çıkınca, cariye geliyor, akşama kadar çadırı temizleyip yemekleri hazırlayıp gidiyor, akşam olunca da Yavuz Selim Han çadırına dönüyor.
Cariye nasıl olduysa bir kaç defa Yavuz Sultan Selim Hanı görür ve Ona âşık olur. Lâkin ümitsiz bir aşk. Zira bir tarafta koskoca Cihan Padişahı Halife-i Rûy-i Zemin, diğer tarafta basit bir cariye...
 Fakat cariyenin aşkı dayanılmaz seviyeye ulaşıp da kalbine sığmaz hale gelince, ne yapacağını bilemez halde Halifeye açılmaya karar verir. Lâkin aradaki uçurum cariyeyi iyice çıkmaza sokar ve kararsız hale getirir. Bir yandan aşkının dayanılmaz baskısı, diğer yandan aradaki devâsâ farkın kendini engellemesi arasında bocalayan cariye Halifenin karşısına çıkma cesaretini kendinde bulamadığından, yazıyla ilân-ı aşk etmeye karar verir.
Ve üç kelimelik bir not yazarak Halife hazretlerinin yatağına bırakır. Notta sadece üç kelime yazılıdır: "Derdi olan neylesin?"
Akşam çadırına gelip de yatağının üzerinde küçük bir kağıt parçası bulan Yavuz Sultan Selim Han, kağıdı okuyunca bu notu yazanın, çadırını süpüren cariye olduğunu anlar. Ve kâğıdın arkasına cevabını yazar: "Derdi neyse söylesin."
 Kâğıdı aynı yere bırakır. Sabah olunca da çıkıp gider. Bir müddet sonra Cariye temizlik için çadıra geldiğinde ilk iş olarak kâğıdı arar. Kâğıdı bıraktığı yerde duruyor bulur. Kaparcasına kâğıdı alıp okuduğunda heyecanı bir kat daha artar. Halifenin cevabından cesaretlenen cariye, kâğıdı çevirip dünkü notunun altına şu cümleyi ekler: "Korkuyorsa neylesin?"
 Akşam olur. Halife çadıra döner. Kâğıdı okur ve cevabı yazar: "Hiç korkmasın söylesin."
Sabah bu cevabı okuyan cariye artık kararını vermiştir: Aşkını bu akşam halifeye söyleyecek. Ne olacaksa olsun artık. Ve o gün temizliği bitirdiği halde gitmeyip Halifeyi beklemeye başlar. Yavuz Sultan Selim Han akşam çadıra dönünce cariyeyi kendisini bekler bulur. Cariye, Halifeyi görünce hemen ayağa kalkıp temenna durur.
Yavuz Selim Han "Buyurunuz, sizi dinliyorum" deyince, cariye bütün cesaretini toplamaya çalışırken, titreyen ellerini gizlemek için elleriyle dirseklerini tutarak kollarını kavuşturur. Heyecandan yüzü kıpkırmızı olmuştur.
Kalbi yerinden fırlarcasına atarken, titrek ve mahcup bir sesle: "Efendim..." der. "Cariyeniz..." ve cümlesini tamamlayamadan "Allah!" diye feryad ederek yığılıp kalır.
 Kalbine sığmayan aşkını söyleyemeden ruhunu teslim eden cariyenin, bu tertemiz aşkı karşısında Koca Halife gözyaşlarını silerek etrafındakilere şöyle der: "Gerçek aşkı şu cariyeden öğrenin. Zira âşık, mâşukunun yolunda olur ve o yolda ölür."

http://www.genckolik.net/sevda-sokagi/133051-yavuz-sultan-selime-asik-kiz-iste-gercek-ask.html

ŞÖHRET,AFETTİR...

Hz. İbnu Ömer radıyallahu anhümâ anlatıyor:

"Resülullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki:
"Kim şöhret elbisesi giyerse, Allah ona zillet elbisesi giydirir."

Bir rivayette de şöyle denmiştir:

"... Kıyamet günü Allah ona onun aynısını giydirir, sonra içinde ateşi tutuşturur."

Ebu Dâvud, Libas 5, (4029, 4030)

Uzmanlar son günlerde televizyonlarda yarışan küçük çocukların ruh sağlıklarından endişe ettiklerini açıkladılar...

Son günlerde televizyonda yarıştırılan çocuk şarkıcılar, uzmanların tepkisini çekti.

Bu gibi yarışma programların ve küçük yaşlarda şöhret duygusuyla tanışan çocukları büyük tehlikelerin beklediğini söyleyen uzmanlar aileleri uyardı.

Uzman Psikolog ve Aile Terapisti Dr. Füsun Budak, televizyonlardaki yarışmalarda "çocuk şarkıcılar" yaratılmaya çalışıldığını ifade ederek, "Şöhret sarhoşluğu içinde olan çocuk kimlik karmaşası yaşar. İlgiyi kaybettiğini fark ettiği anda da psikolojik sorunlarla karşılaşıyor" dedi.

Budak, son yıllarda görsel medyanın da öncülük ettiği, çok fazla emek harcamadan popüler olma ve kısa yoldan para kazanma düşüncesinin ön plana çıkarıldığını söyledi.

Televizyonlardaki yarışmalarda "çocuk şarkıcılar" yaratılmaya çalışıldığını kaydeden Budak, bu tür programlarla aniden gelen şöhretin insanı şaşkına çevirdiğini belirtti.

Bir anda kendini yükseklerde bulan ve her gün gündemde yer alan insan kısa bir süre sonra da aniden yok olduğunu savunan Budak, "Şöhret sarhoşluğu içinde olan çocuk kimlik karmaşası yaşar. İlgiyi kaybettiğini fark ettiği anda da psikolojik sorunlarla karşılaşır. Çünkü aniden gelen şöhret, geldiği gibi de gidiyor. Peki insan neden şöhret olmak ister? Şöhret insanın herkes tarafından tanınması ve bilinmesi, meşhur olmasıdır. Bu ne sağlar? İnsana toplumsal, ekonomik ve psikolojik yarar sağlar. Nedir bu toplumsal, ekonomik ve psikolojik yararlar? Statü, güç, hayranlık, ilgi, kendine güven, ego tatmini, para, lüks yaşam, heyecan, var olduğunu gösterebilme gibi" dedi.

Değer ve isteklerde farklılaşma

Toplumsal değişimle birlikte insan için önemli olan değerler ve isteklerin de farklılaştığını anlatan Budak, tüketimin ve popülaritenin değer kazandığı bir yapı oluştuğunu söyledi.

İnsan doğasında var olan "ilgi, onay ve kendini var etme" çabasıyla birleşince de ortaya şöhret tutkunlarının çıktığını belirten Budak, "İşi, kariyeri, eğitimi ve kültür düzeyi ile kendini gösteremeyen kişiler, kendilerini gösterebilmek ve var edebilmek için kısa sürede şöhret olmanın yollarını aramaya başladı. Görsel medyanın da etkisiyle o yarışma senin bu yarışma benim gezer oldular" dedi.

Bu eğilimin özellikle çocuk ve gençler üzerinde oldukça etkili olduğunu savunan Budak, okuyup, çalışıp bir meslek sahibi olmak uzun bir zaman gerektirdiğini söyledi.

"Kapitalizm parayı ön plana çıkardığını, eskiden doktor, öğretmen olmak önemliyken, şimdi şarkıcı, futbolcu ya da daha kolay para kazanılan mesleklerin ön plana çıktığını" ifade eden Budak, "Şöhret sahibi insanların lüks yaşamları anlatılırken, bu duruma nasıl geldikleri ya da perde arkasındaki şöhretin yol açtığı zararlara hiç değinilmemektedir. Çocuk ve gençleri etkilemekten öte eğitim ve kültür düzeyi düşük anne babalarda çocuklarını şöhret yaparak, yaşam biçimlerini değiştirme yolunu seçmektedirler. Çocuklarının yaşayacağı psikolojik travmaları görmezden gelmektedirler. Medya reyting rekorları kırmak isterken, anne babalarda zengin olma hayalleri kurmaktadır" diye konuştu.

Şöhretin sosyal iletişime etkisi

Şöhret kavramının ön plana çıkmasının sosyal iletişim biçimlerini de etkilediğini bildiren Budak, insanın ne kadar bilgiye ya da donanıma sahip olduğundan çok görselliğine ve popülaritesine bakıldığını kaydetti.

Ne giydiği, nerelerde oturup kalktığının önemli hale geldiğini, saygı duyulan insan profilinin değiştiğini ifade eden Budak, "vücut ölçüleri, prezentabl olup olmadığı, cinsel cazibe de popüler olmanın olmazsa olmazları olarak düşünüldüğünü" ileri sürdü.

"Düşünüyorum öyleyse varım" fikrinin artık yerini "popülerim öyleyse varım" fikrine bıraktığını savunan Budak, narsisizmin ön plana çıkarıldığını söyledi. Magazin programlarında şaşalı ve renkli hayat yaşayanların gösterilmesinin, insanları popüler olmaya özendirdiğini savunan Budak, "Klinik değerlendirmelerde de psikolog ve psikanalistler son yıllarda, arzuların bastırılması sonucu ortaya çıkan nevrotik bozuklukların yerini arzuların kışkırtıldığı narsistik bozuklukların aldığını vurgulamaktadırlar" ifadelerini kullandı.

Budak, "Toplumsal sistemde narsistik kişilik yapılarını ön plana çıkardığı ve desteklediği için şöhret ya da popüler olmak insanların hayallerinin bu yönde olmasına sebep olmaktadır. Birey toplum tarafından önemsenmek ve kabul görmek için her fırsatı değerlendirmeye çalışmaktadır. Dış çevreden gelen ilgi ve onayla kendine güven duyan kişiler bunu kaybettikleri anda da ruhsal çöküntüye uğramaktadır. Şöhret ya da popülerlik insanın çevresini zenginleştirir ama bir o kadar da insanın yalnızlaşmasına sebep olur" şeklinde konuştu.

Çocukların kendini yüceltmek için başkalarının duygularını önemsemeden sadece kendisini tatmin etmek için uğraşmasının yalnızlık duygusunu artıracağını kaydeden Budak, yalnızlıkla birlikte tatminsizlikler, güvensizlikler, can sıkıntıları, hayatın anlamsızlığı, içsel çatışmalar gibi psikolojik sorunların ortaya çıkacağını kaydetti. Bu tür sorunlarla çocukta, depresyon, davranış bozuklukları, kimlik kargaşası, panik atak ve paranoya yaşanacağını iddia eden Budak, önce çocuğun kendini "artı ve eksileri" ile kabul etmesi gerektiğini söyledi.

"Popüler olmak ya da şöhret dediğimiz şeyler geçicidir. Kalıcı olan bilgidir, emektir" diyen Dr. Füsün Budak, kolay ulaşılan şeylerin çabuk kaybedildiğini, çaba ve emek vererek ulaşılanların daha değerli ve önemli olduğunu sözlerine ekledi.

http://www.okyanusum.com/hadisbilgi13.html

HİKMETLİ SALGI; TÜKÜRÜK...

Avce hurmasinin insanlari sihre karsi koruduguna öylesine inanmisti ki, bu hurmayi agzinda çignem yaptiktan sonra yeni dogan çocuklarin agzina çalar ve bereket duâ'sinda bulunurdu. Böylece o çocuga büyü ve sihir
gibi seylerin tesir etmeyecegini düsünürdü. Bundan dolayidir ki kadinlar, yeni dogan çocuklarini Muhammed a.s. efendimize getirirler, ve o da çocugu üfürür, ve agzinda çignedigi hurmayi çocugun agzina

tükürürdü. Diyânet yayinlarinda, Esma adindaki bir kadinin söyle konustugu yazili:

"Ben Abdullah'i (Medine'de) dogurdum. Sonra (çocugu Resûlullâh'a) getirdim de kucagina koydum. Bunun üzerine Resûlullâh bir hurma istedi. Onu çigneyip çocugun agzina tükürdü. Bu suretle oglumun midesine ilk giren sey Resûlullâh'in tükürügü oldu. Sonra Resûlullâh hurma çignemiyle çocugun damagini ugdu. En sonra çocuga duâ buyurdu, bereket vesahadet temenni eyledi"
[Diyânet yayinlari, "Sahih-i Buharî Muhtasari..., cilt 10, sh. 116 hadis no. 1558]
Muhammed a.s. efendimiz, çesitli hastalik ve rahatsizliklari okuyup üfürerek tedavi yollarina gider, "tükürüklü üfürük" ya da "tükürüksüz üfürük" usulleriyle is görürdü. Tükürük kullanirken buna toprak karistirdigi da
olurdu. Toprak olarak Medine topragini kullanirdi; çünkü Medine topraginin "serefli" ve "bereketli"
oldugunu söylerdi. Söyle yapardi: Sahadet parmagina tükürür, sonra tükürüklü bu parmagini
topraga sokar, ve parmagina bulastirdigi toprakla hastayi sivardi

[Bkz. Diyânet Yayinlari, Sahih-i Buharî Muhtasari... cilt 12, sh. 92]

Göz agrisi gibi hastaliklar için, topraksiz tükürüklü üfürük usüllerine bagvururdu. Örnegin Hayber seferinde
Hz. Ali'nin, göz agrisina yakalandigini ögrenince hemen yanina getirtmis, ve gözlerine tükürmüstür.
Hz. Ali'nin gözleri hemen iyilesmistir.

[Bkz. Diyânet Yayinlari, Sahih-i Buharî Muhtasari... cilt 8, sh. 34, Hadis no. 1236]


Hikmetli Salgı: Tükürük
Vücudun hayatiyetinin devam ettirebilmesinde vazifeli iç ve dış salgı bezlerinde her gün yüzlerce kimyevî madde üretilmekte ve bu maddeler ihtiyaca göre vücudun çeşitli yerlerine dağıtılmaktadır. Vücuda giren zararlı maddelere karşı vücudu koruma, faydalı olanları vücuda kazandırma ve atık maddeleri bünyeden uzaklaştırma bu salgıların fonksiyonları arasında yer alır.
Tükürük hangi bezlerden salgılanır?
Büyük bölümü sindirim sistemine yerleştirilmiş olan dış salgı bezlerinin en mühim vazifesi, salgılarıyla besinlerin sindirimine yardımcı olmaktır. Meselâ ağızdaki sindirim, tükürük salgıları vasıtasıyla gerçekleştirilir.
Tükürük bezlerinin gelişimi, anne karnında birinci veya ikinci aylarda başlatılmakta ve doğuma kadar sürdürülmektedir.

Tükürük, kulak altı tükürük bezi (parotis bezi), çene altı tükürük bezi (submandibular bez) ve dil altı tükürük bezi (sublingual bez) başta olmak üzere, ağız ve yutaktaki mukozada bulunan 700-1.000 civarındaki küçük tükürük bezinden salgılatılmaktadır.
Tükürük bezlerinin en büyüğü ve kulağın alt tarafına yerleştirilmiş olan parotis bezi, kabakulakta şişer.

Bu bez, 6 cm uzunluğundaki kanalıyla (stenon) üstteki ikinci öğütücü diş hizasından ağız boşluğuna açılır.
Çene kemiğinin altına yerleştirilmiş olan submandibular bez, kanalı (wharton) vasıtasıyla dilin altından ağız tabanına açılır. Ağız tabanı mukozasının altında bulunan sublingual bez ise, 7-12 adet kanalcığı ile ayrı ayrı mukozaya açılır.
Tükürüğün salgılanmasında vazifeli mekanizmalar

Girift bir hâdise olan tükürük salgılanması, 24 saat kesintisiz devam ettirilir ve sefalik, bukkal ve gastrointestinal olmak üzere üç fazda gerçekleştirilir.
Beyin ile ilgili olan sefalik faz; yiyeceklerin düşünülmesi, koklanması veya görülmesi ile başlar (limon görüldüğünde ağzın tükürükle dolması buna misâl verilebilir). Beyin sapındaki tükürük salgı merkezi, beyinden gönderilen sinyallerle uyarılır ve tükürük salgılatılır. Böylelikle besinlerin sindirimi için ağızda uygun ortam hazırlanmış olur. Eğer bu mekanizma insana bahşedilmemiş olsaydı, yiyecekler ağızda uzun süre çiğnenecek, buna rağmen fazla lezzet alınmadan yutulacaktı. Bu mekanizmanın işletilmesinden dolayı, eşsiz lezzetlerle yaratılmış nimetlere ilgimiz daha fazla olmaktadır.

Ağızla ilgili olan bukkal faz; ağızdaki tat alma veya dokunma reseptörlerinin uyarılması ile başlar. Besinlerin ağız mukozasına yaptığı fizikî veya kimyevî tesirler neticesinde, sinirler aracılığıyla tükürük salgı merkezi uyarılır ve tükürük salgılanır.

Mide ve bağırsakla ilgili olan gastrointestinal faz; üst sindirim sisteminden başlatılan refleksle üretilir. Bir madde yutulduğunda, bu mekanizma kuvvetlenir ve tükürük salgısı artırılır. Acı biber yendiğinde tükürük salgısının artırılması ve biberin ağızda bıraktığı acının hafifletilmesi bu yolla gerçekleştirilmektedir. Tükürük vasıtasıyla sulandırılarak veya nötralize edilerek, bu maddelerin tesirleri kısmen ortadan kaldırılır.

Tükürüğün muhteviyatı
% 99’u su olan tükürüğün bir günde salgılanma miktarı 1-1,5 litredir. Bunun % 30’u kulak altı, % 60’ı çene altı, % 5’i dil altı tükürük bezleriyle üretilirken, % 5’i de küçük tükürük bezleri vasıtasıyla üretilmektedir. Tükürükte sodyum, potasyum ve kalsiyum gibi elektrolitlerin yanı sıra protein, bikarbonat, albümin, lizozim, immünglobulin A, kallikrein (iltihabi cevapta rol oynayan moleküllerden biri) ve tripsin inhibitörü gibi maddeler bulunur.

Tükürüğün beslenmedeki rolü

Tükürüğe, besinlerin parçalanmasında (amilaz enzimiyle karbonhidratların sindirimi), ağız mukozasının ıslatılarak çiğneme ve yutma işlemlerinin kolaylaştırılmasında ve lokmanın yemek borusuna taşınmasında mühim vazifeler verilmiştir. Ağızda çiğnenerek küçültülen besinler, tükürükteki müsin maddesi yardımıyla yumuşak kıvamlı bir kitle şekline dönüştürülür.

Tükürüğün salgılanması yaşa ve günün farklı saatlerine göre değişir mi?

Yaşa veya aktivitenin gerektirdiği ihtiyaca göre salgılanan tükürük miktarı değişir. Tükürüğün salgılanma miktarı ve muhteviyatı, uyarının cinsine göre de büyük farklılıklar gösterir. İstirahat sırasında tükürük, sadece ağız mukozasının nemliliğini sağlayacak kadar salgılatılır. Bu sırada tükürük salgılanma hızı ortalama 0,05-0,30 ml/dk iken, uyarılar aracılığıyla yaklaşık 4 kat artırılarak 0,18-1,7 ml/dk seviyesine çıkarılmaktadır. 6-14 yaşlarında en yüksek seviyesine çıkan tükürük miktarı, 20 yaşından sonra tedricen azaltılmaktadır. Sabahları nispeten az olan tükürük salgılanma hızı, gün boyu giderek artırılır; geceleri ise belirgin olarak azaltılır.
Tükürük salgısı azaldığında ne olur?

Ağza alınan gıdalar tükürük içerisinde çözünerek tat tomurcuklarına ulaştırılmakta ve tat alma hâdisesi gerçekleştirilmektedir. Tükürük; konuşma sırasında ağız, yutak ve yanak mukozasının sürekli ıslak kalmasında rol alarak konuşmayı kolaylaştırır. Tükürük salgısının azalması, ağız kurumasına (kserostomia) sebebiyet verir. Stres altında, radyasyona mâruz kalındığında, kuru göz ve ağız sendromunda (sjögren) ve diyabette ağız kuruluğu görülebilir. Tükürüğün azalması; dilde yanma hissine, konuşma ve bilhassa kuru yiyecekleri yeme zorluğuna, sık susamaya, dudaklarda çatlama ve kuruluğa, tat bozukluğuna, kötü ağız kokusuna yol açar.
Tükürük ve insan sağlığı
Tükürük; ağız mukozasını ve üst solunum yollarını ağız yoluyla bulaşan patojenlere (hastalık yapıcı mikroorganizma) karşı korumakla vazifelidir. Bunun için tükürüğün muhteviyatına immünglobulin A gibi müdaafa maddeleri ile lizozim gibi enzimler yerleştirilmiştir. Enfeksiyöz mononükleoz hastalığının âmili Ebstein-Barr virüsü, çocuk felcine yol açan poliovirüs, kızamık virüsü, üst solunum yolu hastalıklarına sebep olan koksakivirüsler ile sitomegalovirüs ve hepatit virüsleri tükürük vasıtasıyla vücuttan dışarı atılır. Tükürükteki florür, diş kökünün inşasında ve bunun korunmasında önemli rol oynayarak diş çürümelerinin önlenmesine vesile olur. Tükürükteki bikarbonat, asit ve bazları tamponlar. Böylece asidik veya bazik yiyeceklerin ağız mukozasını tahriş etmesi, dişlerde bakterilerin birikmesi, dolayısıyla diş çürümesi önlenir ve ağız hijyeni devam ettirilir.
İlk bakışta basit bir görüntü arz eden tükürük salgısı, sıradan bir hâdise değildir; vücutta üstlendiği vazifeler dolayısıyla Kudret-i Sonsuz’un hikmetlerine işaret eder. Bu hikmetler öğrenildikçe, kâinattaki hiçbir şeyin lüzumsuz olmadığı daha iyi anlaşılmaktadır.
Kaynaklar
-Guyton, A.C., Hall, J., 2001, Tıbbî Fizyoloji, 10. Baskı, Nobel Yayınevi, İstanbul.
-Yazarlar, 1998, Temel Histoloji-Lange Medical Books, Barış Kitabevi, İstanbul.
-Snell, R.S., 1998, Klinik Anatomi, 5. Baskı, Nobel Yayınevi, İstanbul.
-Kaya, S., 1997, Tükürük Bezi Hastalıkları, Güneş Kitabevi, Ankara.
-Akyıldız, N., 2002, Kulak Hastalıkları ve Mikrocerrahisi, 2. Cilt, Bilimsel Tıp Yayınevi, Ankara.
http://www.okyanusum.com/hadisbilgi12.html