25 Kasım 2010 Perşembe

HAYAT REFERANSLARI...


Tolga ÇELEBİ
Anthony Robbins referans kavramını; “sinir sistemimize kaydetmiş olduğumuz bütün hayat tecrübeleri” olarak tanımlar. Hayatımız boyunca yaşadığımız her türlü tecrübe, deneyim, davranış zihnimizde özel bir alana kaydedilir. Bunların bazılarını bilinçli olarak kaydederiz. Bazıları ise, isteğimiz dışında kaydedilir. Özetle tüm insanlığın genetik kodlarında, insanlık aleminin yeryüzünde yaşadığı süre boyunca edindiği tüm deneyimler kayıtlıdır. Bunu şöyle bir örnekle açıklayalım.Hepimiz şehir hayatında yaşıyoruz. Evlerimizde, ne örümcek, nede başka bir ufak canlı türü barınamıyor. Ama bundan binlerce sene önce, insanlık alemi ormanda, doğal hayatım tam içinde yaşıyordu. Bu yüzden o dönemde yaşayan insanlar; tüm ufak canlılarla ve böcek türleriyle iç içeydi. Bu hayvanlardan, zehirli olması sebebiyle içgüdüsel olarak bir korku ve savunma mekanizması geliştirdiler. Biz bu gün modern toplumlarda; bu küçük hayvanları hemen hemen hiç görmememize rağmen, örümcek korkusu birçoğumuzun içine genetik kodlarla işlenmiş durumda. Artık ne bu hayvanlar karşımıza çıkıyor, nede böyle bir tehdit var. Ama referanslar ile genetik olarak nesilden nesile aktarılıyor bu korku.

Hayat algılardan ibarettir. Bir olayın, iyimi yoksa kötümü olduğu algılamama göre değişir. Algıların temelinde de referanslar var. Yani daha önceki tecrübelerimiz. Zihnimize kaydettiğimiz hatıralar.

Örneğin bir tatil köyüne gittiyseniz, bu tatil köyünün iyi bir yer mi ya da kötü bir yer mi olduğuna karar verirken, daha önce gittiğiniz ya da hayal ettiğiniz yer ile karşılaştırırsınız. Bu karşılaştırma da tamamen referanslarımız ile karar veririz.

Ne olursa olsun hayatı algılamamız, mutlu ya da karamsar olmamız tamamen referanslarımıza bağlıdır. Başımıza gelen hemen her olayı yorumlarken ya da tepki verirken, daha önce kaydettiğimiz referanslara başvururuz. Bunu kırmanın tek bir yolu var; oda hayal gücü. Hayal gücü, referanslarında ötesindedir. Okulda zor bir matematik hocasından ödev olarak problem aldığımızı düşünelim. Hoca zor olduğu için, kafamızda, probleminde çok zor olduğuna dair bir yorum gerçekleşir. Kendimize bir sürü kısıtlama koyarız. “Zaten bu soru çözülemez, hoca zaten çok cins, bu soruyu çözmesem de kendimi kötü hissetmeyeceğim vs.” Ama aynı soruyu, hoca hakkında hiçbir yorum yapmayan, hatta bizim zor dediğimiz hocayı tanımayan bir arkadaşımıza verdiğimizde, berrak ve koşulsuz bir zihinle soruya yaklaşacak. İnanın bu arkadaşın soruyu çözme ihtimali bizden daha fazla. Çünkü kendini sınırlayan bir referans yok. Soruyu çözmenin zor olduğuna dair bir referans yok. Elinde olan tek veri, sadece bir matematik sorusu ve çözme umudu.

Hepimiz geçmişten ders almak isteriz. Ama sürekli geçmişte kalmak, biz

Yazımızın başında da belirttiğimiz gibi, kullandığımız referanslar bizim tarafımızdan kaydedilir. Ama başka insanlardan da ödünç referans alabiliriz. Nasıl mı? Örneğin, tarihe geçmiş liderlerin ya da ünlü kişilerin biyografilerini okuyarak, kendimize yeni ve faydalı referanslar oluşturabiliriz. Başımıza gelen her olay, bizim için bir tecrübedir. Bu tecrübeleri yorumlarken, her zaman olumlu ve faydalı bir şekilde yorumlamalıyız. Aksi durumda, zihnimiz, her tecrübenin acı getirdiğine şartlanacaktır. Bilinçaltı telkine çok açıktır. Bir şeyi tekrar tekrar duyarsak, kabul etme ve uygulama becerimiz daha da artar. Bu yüzden kaydettiğimiz referanslar bizi güçlendirecek nitelikte olmalı.

Standartları yükseltmek için yeni referanslara ihtiyacımız var. Hayal gücümüzü kullanarak, başımıza gelen en kötü olaydan bile, hayatımızda kararlılık kazandıracak süper bir deneyim elde edebiliriz. Sınırlı referanslar, sınırlı ve sıkıcı bir hayat ortaya çıkartır. Başımıza gelen kötü olaylar, zihnimizde karanlık bir nokta oluşturur.

Bir düşünün, hayatınızı bir üst seviyeye çıkartmanızı sağlayacak en güçlü referanslar neler. Yüksek amaçlarınıza hizmet eden zihninize kayıtlı referanslar neler? Sizi farklı kılan, mutlu eden referanslar neler? Ailenizle paylaşabileceğiniz referanslar neler?

Referanslarınızı genişletin, hayatınız genişlesin.
http://www.lahuti.com/forum/hayat-referanslari-130136.html

KABLOSUZ MODEMİN ŞOK ETKİSİ...


İnsanlara zararı olup olmadığı araştırılırken yeni bir bulguya rastlandı!

24 Kasım 2010 Çarşamba, 08:46:23

Kablosuz modemlerin (Wi-Fi) yaydığı radyasyonun insan sağlığına zarar verip vermediği tartışmaları sürerken Hollanda'ya yapılan bir araştırmanın sonuçları çok çarpıcı. Kablosuz modemlerin yaydığı radyasyonun ağaçların ölümüne neden olduğu ortaya çıktı.

Hollanda'nın batısındaki Alphen aan den Rijn kentinde ağaçların sarardığı, kabuk ve gövdesinin kuruduğu tespit edildi. Hürriyet'te yer alan habere göre, bilim adamlarının yaptığı araştırmada ağaçların herhangi bir virüs nedeniyle ölmediği tespit edildi. Ancak ağaçların bulunduğu bölgede yoğun bir şekilde kablosuz modem kullanılıyordu. Araştırma bu noktada yoğunlaştırıldı.

Üç ay boyunca 20 adet ağaca çeşitli oranlarda radyasyon verildi. Sonuç bilim insanları için tam bir şoktu. Çünkü verilen radyasyon oranı arttırıldıkça ağaçların yapraklarının daha hızlı sarardığı ve gövdesinin kuruduğu ortaya çıktı.
Yine yapılan araştırmaya göre radyasyona maruz kalan mısır koçanlarının daha yavaş yetiştiği belirlendi.
http://ekonomi.haberturk.com/teknoloji/haber/574220-kablosuz-modemin-sok-etkisi


10 Kasım 2010 Çarşamba

RUHUMUZUN ŞARKISINI SÖYLEMEK...


Bir soru takılmaya görsün aklımıza ya da gönlümüze. O veya bu biçimde mutlaka cevabını alırız. Kaçarı yoktur bunun…
Hele ki soru yeterince ve gereğince içtense yani ruhumuzdan geliyorsa biz onu unutsak bile o bizi unutmaz. En önemsiz ve değersiz sandığımız ego kaynaklı sorular için bile geçerlidir bu kural.
Egoyla ilgili ‘’yüzeysel ve önemsiz’’ soruların cevabı çıktığı yerde, zihinde belirir. Oradan gelen cevap, cevaptan sayılmayacağı için ruh o yüzeysel sorunun derinine, asıl kaynağına iner. Adı konmamış sıkıntı, çaresizlik ve düşüncelerde savrukluk olarak görünür bu durumun yansıması. Oysa ki o anlarda, derinlerimizde yoğun bir faaliyet olmaktadır ama biz bunun farkında değilizdir. Ve bu faaliyet sonucunda zihinde ıvır zıvır, hatta saçma sapan bir vesvese, yani kuruntu olarak beliren o ‘’yüzeysel’’ sorunun aslı kalpte belirir.

Kozmik kütüphanede hakiki soruya hakiki cevap araştırılmaya başlanmıştır artık.

Ve ne mutlu bize ki, hiçbir şekilde cevapsız bırakılmayız.

Yeter ki farkında ve işaret okumaya hevesli olalım.

Yeter ki karşımıza çıkan herkesi can kulağıyla dinleyip işittiğimizi duyabilelim. Başımıza gelen olayları derinlemesine düşünüp analiz edelim ve görünenin ardındakine bakıp görebilelim.
Bazen bir kitap okuruz ve hiç alakasız bir konunun içinde öylesine geçiveren bir cümle tam da bizim cevabımızdır. Bazen de üç yaşındaki komşu çocuğu merdivenlerde yakalar bizi ve olanca saflığı ile öyle bir soru sorar ki ona cevap verirken bir şimşek çakıverir beynimizde. İşte o anda o küçücük çocuğa verdiğimiz bu ‘’sıradan’’ cevabın yıllardır gizliden gizliye peşinde olduğumuz gizli bir soruya ait olduğunun farkındalığını yaşayıveririz.
En sihirlisi de çoktan unuttuğumuzu sandığımız bir sorunun belki günler, hatta yıllar sonra zihnimizin karanlık dehlizlerinden süzülerek cevabıyla beraber rüya âlemimizde belirivermesidir.

Hayatı bu bilinç ve farkındalıkla yaşadığımız zaman ‘’can sıkıntısı’’ kavramı ebediyen çıkar gider kişisel sözlüğümüzden. Çünkü, adına hayat denen bu serüven sihirli ve sonsuz imkanlara açık bir mümkünler dünyası olur bizim için.

Zaman içinde, kendimize ve kainata daha önemli, daha hakiki, daha damardan sorular sormayı da öğreniriz. Eskiye ait korku ve kuruntular yerlerini sonu gelmez bir heyecan ve merak duygusuna bırakırlar…

Etrafımızda olup biten, psikolojik dengemizi bozan, ruhumuzu hüzünlere boğan fitne, fesat ve dedikodu düzeyindeki oluşlar manyetik alanımızın dışında kalırlar. Daha varoluşsal, daha derin ve özden konularla ilgileniriz. Gün geçtikçe biraz daha fazla ruhumuzun şarkısını söylemeye başlarız.

Ve an gelir, adı göklerde konan üst benliğimiz açığa çıkar bütün parlaklığıyla.

Dilek Yaraş
http://www.yorumsuzblog.org/

http://www.yorumsuzblog.org/ruhumuzun-sarkisini-soylemek

8 Kasım 2010 Pazartesi

ASİ YUNUS(1)....


Yunus Emre şiirlerinde alışık olmadığımız bir lezzet daha vardır fakat, tadı biraz fazlaca acı olduğu için genellikle gündeme getirilmemektedir. Hâlbuki Yunus Emre’yi Yunus Emre yapan bilinenin aksine “itaatkâr” yönü değildir daha çok “isyankâr” yönüdür. Yunus’un “isyankâr” bir dille söylediği ve pek az bilinen bazı dizelerinde gerçekten Hak ve hakikate basit anlamda bir başkaldırı mı var yoksa çok engin bir sufizm mi var? Sorumuzun cevabını dizelerde ve yorumlarda arayalım.
“Yâ ilâhi ger suâl itsen bana
Bu durur anda cevâbım uş sana”

“Ey benim Allah’ım, eğer bana sorsan, işte sana cevâbım budur.”

YORUM:
Soru ilmin yarısı ise ciddiyetle verilen cevap da diğer yarısının başlangıcıdır. Soran soruyu doğru soruyorsa, cevaplayan da ciddiyetle cevaplıyor ise verilen cevabın doğruluk değeri ne olursa olsun orada ilim açığa çıkmaya başlar.

Allah bizlerdeki ilmi açığa çıkarmak için ve cevabımızın doğruluk değerini hiç dikkate almadan “fiziksel ve sosyal evrenimiz” vasıtasıyla her an “doğru sorular” sormaktadır. Biz de her soruyu nimet bilip elimizden geldiği kadar ciddiyetle cevaplayarak ilmimizi artırmaya çalışmalıyız.

Örneğin Allah kış mevsimi vasıtasıyla bize; “Ben soğuk bir etkiyim benden nasıl korunursun?” diye sorar. Biz de “kalın giyinerek” soruya doğru cevap vermiş oluruz. Kışın soğuk olması Allah’ın bize “doğru” bir sorusudur ve bizim kalın giyinmemiz “doğru” cevabımızdır. Allah yine var ediş sistemi aracılığıyla her canlı ve cansız varlık türüne; “Elestu bi rabbikum: Sizin Rabbiniz ben değil miyim?” (Â’raf-172) diye sorar. İnsan hariç canlı ve cansız varlık türlerinin tümü “sükut ikrardan gelir” kuralıyla sessiz kalırken insan türünün bireyleri “evet” ya da “hayır” seçeneklerinden birisini kendisine yaşam felsefesi yapar.
İnsan denilen meçhul varlık bazen de “Doğru soru”ya bir yaşam felsefesi uğruna “yanlış cevap” vermeyi tercih edebilmektedir. Örneğin Eski Yunan medeniyetinde “köpek gibi yaşayanlar” anlamında Kinizm denilen bir felsefe ekolü vardır. Bu filozoflar kalenderane yaşamayı alışkanlık haline getirmişlerdir. Bunlara Kelbiyyun, kelbîler veya Melâmiyyun gibi isimler verilmiştir. Büyük İskender’e “Gölge etme başka ihsan istemem” diyen Filozof Diogenes (Diyojen M.Ö.412-M.Ö323) bu ekolün eski Yunan temsilcilerindendir. Diogenes kışın yarı çıplak gezer, mermerlerin üzerinde yatar, yazın kalın elbiseler giyinerek bir fıçıda güneşlenirdi. Gündüzleri eline bir fener alarak sokaklarda bir şeyler arardı. “Üstad ne arıyorsun?” diye soranlara “İnsan arıyorum” derdi. İşte bu tuhaf adam Diogenes “Ben soğuk bir etkiyim benden nasıl korunursun?” diye soran kışa (Alah’ın evrensel sistemine) çıplak giyinerek “yanlış cevap” vermeyi tercih ediyordu ama onun doğru cevabı yanlışında gizliydi. Diogenes soğuğa, sıcağa, açlığa, susuzluğa, insanların aşağılamalarına karşı bedensel ve ruhsal direncini artırarak çevresinden “bağımsız” yaşamak istiyordu.

Türk kültüründe de Nasrettin Hoca gibi doğru cevabı yanlışa gizleyen filozof sûfîler vardır. Hoca’nın bindiği dalı kesmesi, beş kuruşa aldığı yumurtayı üç kuruşa satması, düşünen(?) hindiyi konuşan(?) papağandan daha pahalıya satmak istemesi “yanlış eylemde gizlenen doğrulara” birkaç örnektir.

Yunus Emre Allah’ın sisteminin her zaman hiç yanılmadan ve hiç şaka yapmadan sorduğu “doğru soru”larını fiziksel ve sosyal evrenden “duyan”, “okuyan” ve “gören” bir sûfî idi. “Doğru soru”lara genellikle “doğru cevap”lar vermiştir. Birkaç şiirinde ise Filozof Diogenes ve Nasrettin Hoca gibi doğruları yanlış cevap içine gizleyerek “dolaylı cevap” vermeyi tercih etmiştir. Bu tür sözlere tasavvuf düşüncesinde ve tasavvuf edebiyatında “şatahat” (“taşkınlık”, “cezbe”, “coşku”) denilmektedir.

Şatahat; aşkın ve duygusallığın akla gâlip gelmesiyle ağızdan gayri ihtiyari taşan söz anlamındadır. Fakat ben gerçek şatahatın çok üstün bir akıl (küllî akıl) boyutundan geldiğine, aşktan ve duygusallıktan çok daha anlamlı sözler olduğuna inanırım. Tabii ki bu inancım her şatahatı ve her şatahat gösteren sûfîyi kapsamaz. Beyinsel veya psikolojik rahatsızlıklardan dolayı kendini dine-tasavvufa vermiş ve ne söylediğinin anlamını bilmeden rastgele konuşanların sözlerini “şatahat” olarak kabul edemem. Hakaret, suçlama, aşağılama hatasına düşmemeye çalışarak onların rahatsız olduğunu kabul ederim ve “Allah şifalarını versin” diye dua ederim.

Ben bana zulm eyledim itdim günah

N’eyledüm n’itdüm sana iy padişah.

“Ben günah ettim (se), kendi kendime haksızlık ettim. Ey Pâdişâh sana ne yaptım?”

YORUM:

Yunus Emre bu dizesinde “Musibet’ten size ne isabet etmişse, ellerinizin kazandıkları dolayısıyladır (Allah) bir çoğunu da af ediyor.” (Şûrâ-42) anlamındaki ilâhî mesajı (vahyi) sanki Yaratıcı’ya kafa tutuyormuş gibi şatahatlı bir üslupla dile getirmektedir.

İnsan bazen Yunus Emre gibi şiirsel olmasa da eylemleri ve düşünceleriyle bu tür şatahatlara düşebilmektedir. Dinin günah olarak uyardığı fakat nefse çok cazip gelen bir fiili işleyen insan “Ya Rabbim, bu kadar masum ve güzel olan bir şeyi neden yasaklıyorsun? Ben bu işi yapıyorsam kimseye zarar vermeden yapıyorum. Hele hele sana hiçbir zarar veremem. Beni affet ama ben bu işi yapmaya devam edeceğim” der.

Bazen demez mi? Der. Bazıları demeyebilir ama ben de dahil olmak üzere pek çok insan bu tür şeyleri mutlaka düşünmüştür. Örneğin nefis yiyecekleri görünce dayanamayarak gereğinden fazla yemek sık sık içine düştüğümüz bir “israf”tır. “İsraf” ise haramdır. Her haram mutlaka günahtır. Günahı bilerek işlemeye devam etmek ise “isyan”dır. İsyanda süreklilik ve ısrar “büyük günah”a neden olur. Büyük günah maazallah imansız ölmeye kadar gider.

“Gereksiz” şeyleri konuşmak da israftır. Gereksizi konuşmakta ısrara devam yani israfta ısrara devam ise mâlum!

“Gıybet” haramdır. Gıybette süreklilik ve ısrar isyandır. İsyanda süreklilik ve ısrar mâlum!

Yaşamımızda çok önemsiz gördüğümüz nice “yanlış cevaplarımız” vardır ki hiç farkında olmadan bizleri “kara delik” gibi içine çekmektedir.
Kuran’ın “haram” dedikleri şeyler aslında sistemin bize sorduğu sorulara bizim vereceğimiz ve verdiğimiz “yanlış cevaplar”dır.

Yanlış cevaplarımız beden ve ruhumuzun evrenin kütlesi ve enerjisiyle yaptığımız hassas alış veriş denge ve uyumunu bozar. Haram ve günah bir yönüyle evrensel dengemizin alt üst olması anlamındadır.

Yunus Emre’nin bu dizelerini okuyunca biraz daha yüz buluruz ve “çok yemek” gibi masum günahları (???) “dayanamıyorum” gerekçesiyle helal saymaya kalkışırız. Dünya görüşünü, inancını, dinini, ırkını, mezhebini, ideolojisini beğenmediklerimizin önünden ardından çekiştirmeyi câiz zannedip iştahla devam ederiz. Allah bizleri “yanlış cevaplar”ı doğru zannederek ve “doğru ambalajına sararak kendimizi kandırmaktan muhafaza etsin.

Yunus’un yanlış gibi görünüp doğru olan cevapları ile bizim doğru gibi görünüp yanlış olan cevaplarımız birbirine benzememektedir. Yunus’unkiler küllî akıl ve küllî ruhtan taşan ârifâne sözler iken bizimkiler cüzî akıl ve cüzî ruhtan gelen nefsânî câhilâne düşüncelerdir.

Yunus Emre “ben kendime haksızlık ettim sana ne ettim?” der iken denklemin yarısını hesaba katıyormuş gibi görünüyor. Denklemin diğer yarısını umursamıyormuş havasına giriyor ama Allah’ın sisteminin öyle yarım yamalak çalışmadığına da bu yöntemle dikkat çekiyor.

Ben kendime haksızlık yaparsam kendimdeki dengeyi bozarım. Evrene “dengesiz” enerji yansıtırım ve geriye dengesiz enerji alırım. Kendime haksızlık ederek Hak’ka hiçbir zarar veremem ama Hak’kın asla şaşmayan, bozulmayan, torpil geçmeyen, şaka yapmayan sisteminden kendimi daha çok zarara sokacak cevabı mutlaka alırım.

Gelmedin hakkımda benüm kem didün

Toğmadın, âsî beni-âdem didün

“(Daha ben dünyaya) gelmeden, doğmadan (önce) hakkımda, eksik (kötü) ve isyan edici Âdem oğlu dedin.“

YORUM:

Konuyu geleneksel din anlayışı ötesinde biraz sûfîce düşünelim…

Âsî, adı üstünde Hak’ka, hakikate ve otoriteye başkaldıran demektir. Meleklerin kaderinde yaratılmadan önce “mûtî” (itaatkâr) yazılıdır. Melek itaat ederek kaderine teslim olur. İnsan ise hem “mûtî” hem de “âsî” programlarla donatılarak varolur. İnsan herhangi bir şekilde mutlaka “âsî” olarak özündeki programı işletecektir ve Hak’kın iradesini gerçekleştirecektir. İnsan özündeki “âsî” esmâlarını aktif etmedikçe melek” sınıfında kalacaktır. Ne zaman ki “haram ağaca” yaklaşırsa yani “âsî grubu esmâ”larını tecelli ettirmeye başlarsa “âsî” olur. Bu isyanı ona “tevbe” esmâlarını tanıtır. Tevbe ederek yani doğruyu yanlış ile birlikte tanıyarak yanlışa bir daha düşmezse melekiyet boyutu üstüne çıkar, cennete döner. Yanlışı tanımayan insan melekler gibidir ve yükselemez. İnsanı insan yapan özündeki “âsî” yazısıdır.

Hazreti Mevlâna’ya falan kişi hiç günah işlemeden öldü demişler. O da, “eyvah, günah işleyip tevbe ederek ölseydi keşke, cennette makamı daha yüksek olurdu” diye cevap vermiş. Bir hadis rivayetinde de “Eğer siz hiç günah işlemeseydiniz, Allah Teâlâ hazretleri sizi helak eder ve yerinize, günah işleyecek (fakat tevbeleri sebebiyle) mağfiret edeceği kimseler yaratırdı.” [Müslim, Tevbe, 9, (2748); Tirmizî, Da'avât 105, (3533).]” buyurulmuştur.

Kuran, Hz. Muhammed a.s. dahil her Rasul’ün bazı “hatalı davranışlar”da (zelle) bulunduğunu vurgular. Örneğin Rasululah’ın âmâ Ümmü Mektum’a karşı davranışı bir surede hata olarak eleştirilir. Müşrikler için af dilemesi eleştirilir. Vahiy esnasında unutmak endişesini yaşaması eleştirilir. Rasullerin hataları (zelleleri) diğer insanlar gibi nefsanî çıkara dayanmadığı için “günah” sayılmaz ama yine de “tevbe” ederek yükselmelerine kapı açar. Hıristiyan ilâhiyatında İsâ kısmen tanrı kabul edildiği için “hata” işlememiş bir varlık sayılır. İslâm’a göre ise Hz. İsâ da insan ve kuldur ve hata da işlemiştir.

Demek ki Rasuller nefisten gelmeyen hatalarıyla bizler de nefsimizden gelen hatalarla insan ve kul olduğumuzu kanıtlayarak tevbe ederiz ve melekiyet seviyesi üzerine çıkarız.

Ben Yunus Emre’yi bu gibi mertçe çıkışlarıyla daha çok seviyorum. İnsanı Rasul, evliya, âlim, cahil ayrımı yapmadan tek bir kategoride değerlendirerek gerçekleri dobra dobra dile getiriyor. Demekki bizler “yol gösterici” kabul ettiğimiz Rasulleri, evliyaları, âlimleri, ârifleri, düşünürleri gerçekten seveceksek onlara “hatasız” ve “asla hata işlemez” gözüyle bakmayacağız. Onları “hatasız” kabul edersek dolaylı yoldan “meleklik” vererek insanlık makamından aşağıya düşürmüş oluruz.

Sen ezelde beni âsi yazasın

Toldurasın âleme âvâzesin

“Sen beni, başlangıcı olmayan zamanda isyan edici diye yaz, (sonra da), cihâna (bunun) sadâsını doldur?”

YORUM:
İnsan, varlığını, başlangıcı ve sonu olmayan Hak’kın varlığından almaktadır. İnsanda ne varsa Hak’ka aittir. İnsan “yok” iken Hak ezelde “var” idi ve “âsilik” mefhumu da “salt ilim” halinde Allah ile birlikte hep var idi. Hak’kın salt ilmi insanın yaratılışıyla birlikte fiil olarak tecelli etmiştir. İnsan hata, kusur, günah, isyan işledikçe “âsi” esmâ grubunu soyut âlemden alarak somut âleme taşımaktadır.

Yunus Emre’nin şatahatlı dizeleri ve yorumlarımız yanlış kanallara çekilip, nasıl olsa Allah âsi yazmış ben de isyan ediyorum diyerek insanlığa yakışmayan “suçlar”ı işlemeye iştahlanmamalıyız. “Elimizi, belimizi, dilimizi” denetlemekten vaz geçmemeliyiz.

Bu yazı kapsamında kalmak koşuluyla “günah” ve “suç” kavramlarını birbirinden ayırmak istiyorum. Başka bağımsız bir yazıda “suç” ve “günah” arasındaki farkı daha teferruatlı işleriz inşallah…

“Günah” düşünsel bir eylemdir. Günahta kişinin kendisine ve çevresine verdiği bir zarar yoktur. Örneğin Allah’a, meleklere, “gerçek vahiy kitapları”na, “gerçek Rasuller”e, sonsuz yaşama ve kader sistemine gereği gibi inanmamak “günah”tır. Bu inançsızlık “günahtır” ama “suç” değildir. Çünkü inanmamak “düşünsel” bir eylemdir. Düşünceler ve düşünsel günahlar fiiliyata çıkarak başkalarına maddi manevi zararlar vermedikçe “suç” kabul edilemez. Allah’a ve diğer iman esaslarına inanmayanlar evrensel insanlık değerlerine saygılı kaldığı müddetçe bu düşünsel eylemleriyle kendilerine ve çevrelerine bu dünyada zarar vermezler. İnançsızlığın ahiretteki ceza varsayımı kişinin ölüm ötesinde kendisine vereceği bir zarar olsa da Allah’ın ölenlere nasıl davranacağına biz karar veremeyeceğimiz için ahiret için de hiçbir şey diyememeyiz.

“Suç” sosyal ve fiziksel bir eylemdir. İnsan öldürmek, hırsızlık yapmak, iftira atmak, kötü zanda bulunmak, yalan söylemek somut suçlardandır. Evrensel insanlık değerlerine aykırı davranışlardır.

Yunus’un “âsî”lik hakkındaki soyut düşüncelerini somut “suç”lara bağlamadan “düşünsel günah” kapsamında kabul etmeliyiz. Aksi takdirde Yunus’un ne demek istediğini anlayamayız.

Ezelde (zamansız şimdide) isyan edici yazılmak “düşünce günahı” ile ilgili bir işarettir.

Yeri gelmişken “ezelde Allah’ın yazması”na da kısaca değinelim.

Ezel; hiç başlamamış ve hiç bitmeyecek olan zamansızlığın yani tek var olan “hep şimdi”nin “hep var olmak”ın teknik adıdır. “Hep şimdi”de her birimden her an çıkış yapmakta olan düşünsel ve fiziksel eylemler ise “Allah’ın her an yazması”dır. Allah’ın yazması kişinin düşünceleri ve fiilleridir ya da tersinden de okuyabiliriz… Kişinin düşünceleri ve fiilleri Allah’ın yazmasıdır.

İyi ve güzel düşünerek yaşarsak Allah da “ezelde/hep şimdide” iyi ve güzel yazmış olur.

Kötü ve çirkin düşünüp yaşarsak Allah da “ezelde/hep şimdide” kötü ve çirkin yazmış olur.

Her ne dilersen hakkumda işi edün
Ne tuşa turdum-ısa sen tuşladun

“Hakkımda dilediğini yaptın: Ben, hangi safta durdumsa, (beni) o safa sen durdurdun.“

YORUM:
Allah her zerre varlıkta dilediğini yapmaktadır. Allah’ın dilemediğini yapan hiçbir zerre varlık yoktur. Tabii ki bu kabul Yunus Emre’ye göre yine bir gerçeği ifade etmektedir.

Yunus Emre yaşamında “adi suç” türü basit ve çirkin eylemlere düşmediği için Allah ile arasındaki “senin dilediğin”-“benim dilediğim” ayrımını ve yanılgısını kaldırmıştır. Düşünsel yetersizliğini, varlığın sırrını ebediyen anlayamamak acizliğini de “ezelde âsî yazılmış olmaya” bağlamaktadır. Bu durumda geriye ne kaldı ki? Bundan sonrasını ister Allah dilemiş olsun istersek Yunus Emre dilemiş olsun hiçbir şey farketmez.

Biz de yaşamımızdan kendimize ve çevremize vereceğimiz adi suçları çıkarırsak, düşünsel boyutta yetersizliğimizi kabul ederek her an daha iyiyi daha güzeli öğrenmeye azmedersek bizde de dileyen Allah olur veya Allah’da dileyen biz oluruz.

Sosyal ve fiziksel eylemlerimizde evrensel insanlık değerlerine ulaşmadan, fiillerimizde dileyen Allah’tır der isek, Allah’a iftira atmış oluruz. Adi suçları irademizle terk edene kadar bizde dileyen iradenin adı “beşerî, cüzî, cinnî, şeytanî” iradedir. Adi suçları irademizle işlememeye başladığımız andan sonrasında bizde dileyen iradenin adı tek kelime “Allah”ın küllî iradesidir.

Kötülüğün, çirkinliğin ve adi suçların özgür iradeyle işlenmediği bilinç boyutunda özgür irademizle yer aldıktan sonra o safın adı “Allah’ın durdurduğu saf”tır. Şu hassasiyet iyi bilinmelidir ki Allah hiç kimseyi kedi yavrusu taşır gibi ensesinden tutup da hiçbir safa/bilinç boyutuna götürüp bırakmaz. Kulun tercih ettiği hangi bilinç boyutu/saf ise o boyutun adı “Allah’ın durdurduğu saf”tır.

Yunus Emre’deki, engin derinliği iyice idrak etmeden “Allah’ın takdiri”ni “iman ve küfre” uygulamaya çalışırsak anlamsız çelişkilere düşeriz. Yunus’un bahsettiği şey iman ve küfür hali değildir; özgür irademizle yükseleceğimiz bilinç boyutlarıdır.

Kemal Gökdoğan
http://www.yorumsuzblog.org/

kemalgokdogan@gmail.com
http://www.yorumsuzblog.org/asi-yunus-1

4 Kasım 2010 Perşembe

AYNA...


ÖNEMLİ OLAN,SENİ TAMAMLAYACAK RUHU BULMAKTIR..HER PEYGAMBERİN ÖĞRETİSİ AYNIDIR ; SANA AYNA OLACAK İNSANI BUL..!
Hz.Mevlana (ks)

SEVMEKÇE..


DEĞERSİZİ,DEĞERLİ KILMAK MIDIR SEVMEK?YOKSA DEĞER VERDİĞİN KADAR DEĞERSİZ KALMAK MIDIR?

2 Kasım 2010 Salı

BİR HARF...


NURİYE ÇAKMAK
KASIM AYININ ortalarında birden Hz. Ali’nin bir sözünü çokça görmeye başlarsınız. Hayır, toplumda bir uyanış, bir eğilim, bir değişim yoktur. Her yıl yaşandığı için olağan gelen bir durumdur bu üstelik, zira Öğretmenler Gününün sene-i devriyesi gelmiştir. Senenin günlerinin birşeyleri anmak için özelleştirilmesi durumuna hiçbir anlam atfedemediğim halde, bu günde Hz. Ali’ye ciddi bir atıfta bulunan birçok kişi vardır. Dayatmaları, en azından toplumsal değişmezleri içselleştirme çabalarının da sonucudur bu. Çünkü sanırım bu sözün günle bağlantısını “bizimkiler” bulmuştur. Diğerleri de homojen bir hale getirmiştir belki.
Hangi sözden mi bahsediyorum, hepiniz hatırlıyorsunuzdur zaten: “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.”
Cümlenin bir kilit noktası vardır, herkes anlamı işte bu noktaya bina eder. O kelime “harf”tir. Derler ki, bak ilim şehrinin kapısı koskoca Hz. Ali, ne demiş, şu halinize bakın, biz size ne harfler öğrettik! Kitaplar, sayılar, hesaplar, sanatlar... Eti senin, kemiği benim psikolojisinin üzerine bir de dinî bir baskıyla bu eklenir: Öğreticilere köle gibi itaat etmelidir. Zira hakları asla ödenmezdir. Bir harf kırk yıla tekabül ediyorsa, varın siz hesap edin...dir.

Ama kimse şu soruyu sorma gereği duymaz: Hz Ali’nin harf derken kast ettiği acaba sistemimizde kullandığımız ve sayısı 29’a tekabül eden Latin alfabemizin harflerinden biri midir? Hz. Ali köleliği bu harflerden biri için mi göze almış ve böyle bir teşbih dile getirmiştir?

Cahilliğimizin çapımızı çoktan aşan boyutları idrakimizi öyle örtüyor ki, kendi cahilliğimizi başkalarının faziletlerini kendimize yontmakla besliyoruz. Bu sözün kaderi nasıl da ilk ayetinkiyle benzeşiyor. Hiç ummadığınız ağızlardan işitmiyor musunuz, dinin ilk emri “oku”dur, sözünü. Oysa ne aydınlık dinimiz vardır, ama o yobazlar yok mu, tek sorun bu... Allah sana oku demiş, senin yaptığına bak, türban için cahil kalıyorsun, yaşlanınca örtersin, sen şimdi “ilim” öğren, “farz” hem.

İlim, bilim, hikmet, mana nasıl da birbirine girmiş bu hem kel hem fodul durumlarda. Sözgelimi kimse aynı anda inen, aynı surenin hemen bir sonraki ayetini bilmez. Hafız değildir onlar, sadece kendilerine lazım olanı alırlar. Yani yontmak için lazım olanı. Gerisi ise “teferruat”.

Allah’ın adıyla okumak dediğinizde, nasıl da yabancı gelir onlara, ilk emri iyi bilirler ama. Emri neye uygulayacağınızı sormazlar. Nasıl okumalıyım? Allah’ın adıyla. Neyi? Yaratan Rabbinin adıyla, yarattığı herşeyi. Gerçi başka emirler hakkında da pek parlak değillerdir. Sonra Hz. Ali’nin bu cümlesinde kast edilenin alfabemizin bir harfi olduğundan da emindirler. Böyle bir sorgulamaya gitmek kimsenin aklına gelmemiştir. Anlaşılan, dinimizin ilme verdiği büyük önem birileri için hayli elverişli bir durum arzetmiştir.

Kainat kitabından haberleri yoktur mesela. Mana-i ismi ve mana-i harfi hakikatini de bilmezler. Kainat kitabının şifrelerini harf harf besmeleyle geçmeyi. Harf ilmini sonra.

Hz. Ali hangi harfi kast ediyordu, Allah “oku” derken neyi amaçlıyordu? Laik devletimizin eğitim sistemine mi tekabül ediyor bu hakikatler? Peki laik oluşu gereği dini ayrı bir potada ele alan bu sistem, niye böyle dini söylemlerle besleniyor ve ifade ediliyor? Ve neden birileri kendi yitik mallarını karşıdan böyle pahalıya alıyor, yanında hediye olarak gelen bir sürü ideoloji eşliğinde?

Biz Allah’ın adını yitirmiştik, onları bize “oku” dedirten buydu. Biz harf ilmini, kainatın dilini, hakikatin özünü, Allah’ın adıyla okumayı yitirmiştik, harflerimiz yok olmuştu bizim, birileri bize harfleri öğretti. Uğruna köle olunacak harfler sundular bize. Bize bizim dilimizle, bizim şifrelerimizle, hassasiyetlerimizle sesleniyorlar, ama bir türlü kabul etmedikleri bizi, bize değil, kendilerine çağırıyorlardı.

İkra emrine Hz. Ali gibi lebbeyk demeyenler, mana-i harfiyle değil mana-i ismiyle kainatı seyredenler, özlerini kaybedip, sonra ithal edenler, kapları kadar alacakları hikmetleri yine bizim üzerimizden yüklendiler velhasıl.
“İkra Allah’ın emridir, O’nun adıyla okumanın emridir, örtüm gibi, Müslüman kimliğim gibi, bedeli ödenmeyen ilim harf ilmidir, o harf Allah’ın adıyla okumanın alfabesinindir” demek çok mu zor, ilim şehrinin kapısında dilenen bizler için?
Harf harf açsın Rahman hakikatini, ilminin taliplerine. Ve evet, böyle bir mana denizini açan bir harf ilmi şifresine, 40 yıllık kölelikle mukabele az bile.

İlim bizim, hakikat bizim, talep bizim, mukabele bizim, köle bizim, efendi bizim.

Vesselam.
http://www.karakalem.net/?article=3923