28 Mart 2010 Pazar

YAŞAMSAL AMAÇ......

“…İnsanın en zor savaşı kendisiyle yaptığı amansız savaştır. Çünkü ortada savaşan çoğunluk yoktur. Tek bir varlık vardır, kendisiyle savaşan kişinin, kimin galip geleceği konusunda da hiçbir fikri yoktur. Bu tüm hayat boyu sürer gider…“

Hayatın tüm sırrı insanın kendini sevmesidir. Kendini sevmeyen bir insan başkalarını, hayvanları, doğayı ve dünyayı sevebilir mi? Kendini seven insan, kendine güven duyar. Kendine güvenen yeteneklerini keşfeden insan, etrafına huzur ve sevgi yaymaya başlar.

Herkes doğduğunda muhteşem yeteneklerini de beraberinde getirir. Bu, sosyal ve kültürel yetiştirilmeyle, aile içindeki bazı olumsuz cümlelerle ve diğer kişilerin yanlış yaptırımlarıyla körelir gider. Yakınmalarla son bulur. Kişi kendini bir yerlerde unutur gider. Özünden uzaklaşmaya değişmeye başlar. Ve içindeki gerçek ışık da tekrar çıkma zamanını bekler durur. Mutsuz olduğunu ve herşeyin kendi başına geldiğini düşündüğü bir hayatta, kendi gerçekliğini bilmeden aramaya başlar. İnsanın en zor savaşı kendisiyle yaptığı amansız savaştır. Çünkü ortada savaşan çoğunluk yoktur. Tek bir varlık vardır, kendisiyle savaşan kişinin, kimin galip geleceği konusunda da hiçbir fikri yoktur. Bu tüm hayat boyu sürer gider.

Mutluluk kişinin kendi beyninde var olan soyut bir kavramdır. İstekle-gercekleşme arasında kalan zamanda mutluluk vardır. Umut ve beklenti kontrol altında olduğu sürece mutluluk kalıcıdır. Anlıktır, geçicidir. Gerçek mutluluk unsuru insanın kendisindedir. Dış etkenlerden mutluluk bekleyen insan huzursuzlaşır. Işığı yakalayamaz ve yayamaz. Mutluluk dünyasaldır. Ama huzur evrenseldir, ruhsaldır.

Huzur herşeyi içinde barındıran müthiş bir enerjidir..

Huzuru yakalayabilmek için çeşitli yöntemler kullanılır. Dua, meditasyon, inançların yerine getirilmesi sadece araçtır.

Hayattan zevk almak dış etkenlere bağlı olmamalıdır. Onlar sadece oluşumdur ve olması gerekenlerdir. Karınca hayatı yaşayanlar en küçük engelleri aşmakta zorlanırlar. Oysa kartal hayatı yaşayanın önünde engeller sadece aşağıda kalmıştır. Kontrol gücü elinde olan kişi bunu başarabildiği oranda huzurludur.

Her olay, bize anlatmak istediğini bünyesinde gizleyen şifrelerden meydana gelmiş halkalardır. Bu şifreleri çözebildiğimiz oranda huzuru yakalayabiliriz. Çünkü tekrarlayan olaylar size bir mesaj vermek istemektedir. O mesajı yakaladığınız, anlayışına vardığınız anda olaylar zincirinin dönüşümünü kırmış ve yeni anlayışlara yelken açma durumuna geçmeye başlamışsınız demektir.

Sevgiyle kabul etmek ve mesajı aldıktan sonra sevgiyle uğurlamak yapılacak en doğru içsel davranış şekli olacaktır. Çünkü Kozmik Evren ruhu, bizimle olaylar tarzında konuşur. Olayların dilini kavramak zamanla elde edilecek bir uyanıştan ibarettir.

Göründüğü kadar kolay olmasa da uğraşmak için buradayız. Ve yeterli zaman bize verilmiştir.

Tek yapmamız gereken gözlemdir. Olayın gelişi, şiddeti ve bittikten sonra bizde bıraktığı intiba. Bunları gözlemleyebildiğimiz aklımızla mantığımızla muhakeme yapabildiğimizde bize anlatmak istediğini anlayabildiğimizde onu ruhumuza aktarabiliriz. Eskiler “Her başa gelmez bela, erbabı istidat arar” der. Ve kutsal metinde “Allah hiç kimseye kaldıramayacağından fazlasını yüklemez” der. Bunlar şifrelerdir. Ve gerçekten de yaşamda kaldırabileceğimiz kadar olaylar yaşarız. Bunları bilerek hareket ettiğimiz sürece de yaşadığımız tüm olayları birer basamak olarak kabul edebiliriz. Esneyerek, eğilip bükülerek, daha sonra dimdik ayakta kalabilerek. Güçleniriz, kontrol etmeyi öğreniriz, olgunlaşırız. Bunlar bilgiyle hareket etmenin başlangıcıdır.

Hayat bir keşiftir. Kendimizi nerede unuttuğumuzu keşfederek başlanmalı. Geç kalınmıyor. Her an bir başlangıçtır.

Mutluluklar anlıktır ve geçicidir. İnsan, hayatı boyunca mutlu olamaz. Olmaya çalıştığı için mutsuzdur.

Hayat boyu mutlu olmak ancak masallarda anlatılmıştır. Gerçek yaşamda anlık mutluluklar yaşarız ve bu yaşadığımızı ne kadar iyi gözlemlersek, bizde bıraktığı intiba ve izlenim derinden hayatımıza yansır ve o yansımalar bizi huzura doğru götürür.

Hayatı boyunca mutsuz olduğunu, hiç gün yüzü görmediğini savunan insanlar vardır. Bu insanlar hiç mi acaba mutluluğu tadmamışlardır.

Çocuklarının doğduğu an, onların doğum günleri, okula başladığı ilk gün, bebeklerinin ilk yürüdüğü an, ilk aşık oldukları an, kızının veya oğlunun kendisine ilk anne baba diye seslendiği gün, mezun olduğu gün…

Bunları herkes çoğaltabilir.

Birinin gelip bizi mutlu etmesini beklemek ise boş, beyhude bir bekleyiştir. Hiç kimse kimseyi mutlu edemez, mutsuz da edemez… Ancak o insanın mutluluğu ve mutsuzluğu yaşaması için vesile olabilir.

Mitolojide bir hikaye vardır:

Dünya yaratıldığında tanrılar ile melekler anlaşmazlığa düşerler, mutluluğu nereye koyacaklarına dair.

Melekler, denizin dibine saklayalım, inci tanesinin içine koyalım, dağların zirvesine koyalım diye en ulaşılmaz en zor yerleri seçerler…

Fakat en sonunda karara varılır, mutluluğu insanın içine yerleştirmeye karar verirler.

Ve o gün bugündür mutluluk insanın içindedir. Dışarıda aramayalım… Dışarıda olan her şeyin, ancak yansıması içimizdeki mutluluğu uyandırır.

Kevser Yalçın

www.yorumsuzblog.org

ÖZGÜRLÜK HEYKELİ.......


ÖZGÜRLÜK HEYKELİ NEYE İŞARET...
Bu hadîste Amerika’nın şahsiyet-i maneviyesi ZANİYE/ZİNACI bir melike olarak tasvir edildiği gibi İncil’de de aynı manada “zeminin sekenesi onun zinasının şarabıyla mest oldukları büyük fahişe” diye isimlendirilmiştir. Bunun sebebi ise şudur: Amerika kelime itibariyle müennes olduğu gibi, zaten kendisi de başında boynuzları olan ve Hürriyet Anıtı dedikleri heykelleriyle kendilerini kadın suretiyle temsil etmişlerdir. Yıllardır Siyonizmin güdümünde hareket eden uluslararası Amerikan kurum ve kuruluşları bütün dünyada hürriyet ve adalet namları altında fuhşiyatı ve zulmü ve dalaleti teşvik ederek hâkimiyetini bunun ile idame etmektedir. “Ve o gördüğün kadın dünya melikleri üzerine saltanat eden o büyük şehirdir” cümlesi “fahişe kadın” olarak tabir edilen bu şeyin, hakikatte bir devlet olduğunu sarahaten göstermektedir.


Kadının alnı üzerinde “Sırrı büyük Babil. Zeminin fahişelerinin ve mekruhatının anası...” diye bir isim yazılı olması ise; yeryüzünde işlenen fuhşiyata onun sebeb olmasından dolayıdır. Kadının temsil ettiği Amerika, burada olduğu gibi diğer bazı yerlerde Büyük Babil şehri olarak da tabir edilmektedir. Bunun sebebi İncil’i tefsir eden alimlerin, İncil’in ifadelerini o zamanın en büyük şehri olan Babil’e tatbik etmeleridir. Eğer bu ifade İncil’in asıl metninden ise, Amerika’nın o zamanın Babil’i gibi zengin ve Babil’in kralı Nemrud gibi cebbar ve fuhşu teşvik eden bir hükumet olduğuna işaret etmek içindir. Fakat hahamların ve papaların iğvasıyla başta Amerika olmak üzere Hıristiyan alemi, bu ifadelerin zahirine baktığı ve bu sebeble işaret ettiği hakikatı görmediği için onun meşhur Babil şehri olduğunu zannederek Irak’ı vurmaktadır. Vurdukçada kendini, dünyayı Babil’in fesadından kurtaran Evanjelist bir ‘’kahraman’’ olarak görmektedir. Aşağıda geleceği üzere şu anki Evanjelist Amerikan yönetimi Babil’in yıkılacağını haber veren İncil’in ayetlerini tahakkuk ettirdiklerine zannetmektedirler!.. Aslında dünyayı fesada veren ve fuhşa teşvik eden ve akıbette helak olacak olan hakiki Babil’in kendileri olduğunun farkında değiller.
1-ABD
2-Japonya
3-Almanya
4-Birleşik Krallık
5-Fransa
6-İtalya
7-Kanada
8-Rusya
7 DAĞ G7 Mİ?..
Yukarıda geçen, kadının üzerine oturduğu “YEDİ DAĞ, YEDİ MELİK;” ifadesi görüşlerine başvurduğumz heyet tarafından -Allahu A’lem-‘’ güçlerini Amerika’nın çıkarlarına kullanan ve G-7 namıyla bilinen yedi büyük devlete ve reislerine; Dünya meliklerinin, bahsi geçen kadınla zina etmesi ise Amerika’nın yer yüzünde işlediği dehşetli zulme yardım edip, onun zulmüne ortak olmalarına işaret ettiği’’ şeklinde ifade ediliyor...
Diğer açıklamalar ise şöyle;
Mukaddeslerden murad; şirkten, zinadan ve sair büyük günahlardan kendini koruyan hakiki imanlı kimselerdir.


Mukaddeslerin kanıyla mest olmak tabiri ise; Amerika’nın mukaddes Müslümanlara yaptığı zulüm ve cinayetlerle iftihar edip, zulüm üstüne zulüm işlemesidir.


Fahişenin üzerine oturduğu lisanlar ise kendi çıkarına yönlendirdiği bütün medya olsa gerektir.


Kadının bindiği canavar ise ileride izah edileceği üzere kendisinin riyaset ettiği ve gücünü kullandığı Birleşmiş Milletlerdir (M. Tevrattaki ifadesiyle Birikmiş Milletler İşaya 13/1-6).
Bu arada Rusya’nın 1998 yılında topluluğa katılmasına karar verilmesiyle topluluk G8 olarak anılsa da Rusya’nın topluluk indindeki fonksiyonu sembolik olmaktan öteye gitmemiş, nitekim birçok toplantı da kopma noktasına gelecek şekilde dillendirilmiştir. Üstelik 2014 yılı itibariyle RUSYA ve diğer ülkeler arasında çatışmalar yaşandığında birçok SIRRA daha yakından şahit olacağız.


ADADAKİ CANAVAR İNGİLİZ ENTELİJANSİYASI!..
13. Bab’da ise bu canavarın (zulmün merkezi) denizden çıkacağı belirtilmiştir.
Şöyle ki:
“Ve denizin kumu üzerinde durdum ve yedi başı ve on boynuzu ve boynuzları üzerinde on tacı ve başları üzerinde küfür isimleri bulunarak denizden çıkan bir canavar gördüm. Ve o gördüğüm canavar kaplana benzeyip, ayakları ayının ayakları gibi ve ağzı aslan ağzı gibiydi. Ve ejder ona kendi kuvvetini ve tahtını ve azim hükumet verdi. Ve onun başlarından birini gûyâ ölecek derecede mecruh gördüm. Ve onun mehalik yarası iyi oldu. Ve bütün zemin canavarın ardından taaccüb eyleyip, canavara hükümet veren ejdere secde kıldılar. Ve canavara dahi secde kılarak “canavara benzer kim var ve onun ile kim muharebe edebilir?” dediler. Ve ona büyük sözler ve küfür söyleyen bir ağız verilip, ona kırkiki ay istediğini yapmaya kudret verildi. Ve Allah’a karşı küfr ile yani onun ismine ve meskenine ve semada sakin olanlara küfretmek için ağzını açtı ve mukaddesler ile muharebe edip onlara galip gelmeye ona kudret verildi. Ve ona her kabile ve lisan ve millet üzerine hükümet verildi. Ve zebh olunmuş kuzunun hayat kitabında isimleri dünya kurulalıdan beri muharrer olmayarak zeminde sakin olanların cümlesi ona secde kılacaklardır. Kulağı olan işitsin. Esirliğe götüren esirliğe gider. Kılıçla katl eden kılıçla katlolunmak gerektir. Mukaddeslerin sabrı ve imanı bundadır”.
Burada canavarın denizden çıktığı ifade edilmekle İngiliz devletine ve gizli komitesine işaret edilmektedir. Ve yukarıda Deccal bahsinde anlatıldığı üzere Temim-i Dari hadîsinde zikredilen Deccal’ın bir adada bulunması işaretiyle haber verilen ve Birleşmiş Milletler Deccaliyetinin ana menbaı olan İngilizlerden, hadîsin aynı ifadesiyle bahsedilmektedir. Bu haberin İngilizlere ait olmasının sırrı şudur ki; İngilizler o zamanda medeniyette geri ve vahşi bir millet oldukları halde daha sonra gittikçe medenileşip kuvvetlendiler. Nihayet Amerika kıt’asına kadar nüfuzlarını arttırıp orada Amerika Birleşik Devletlerini kurdular. 2. Cihan harbinden sonra ise Fransa, Rusya ve Çin’le beraber Birleşmiş Milletleri kurup Amerika’yı onun başına getirdiler. Yani Amerika bir robot gibi İngiliz Entelijansiyası tarafından yetiştirilen ve sonra da idareyi onlara kaptıran Siyonist kadrolar tarafından mankurtlaştırılmış bir gladyatör gibi kullanılıyor.
GELELİM FIRAT’A
“Ve altıncı melek kendi tasını büyük Fırat Irmağı üzerine boşalttığında onun suyu çekildi. Tâ ki şarktan olan meliklerin yolu hazırlana. Ve ejderin ağzından ve canavarın ağzından ve yalancı peygamberin ağzından, kurbağalar misüllü üç nâpâk ruhun çıktığını gördüm. Zira, bunlar alametler gösteren cin ruhları olup, zeminin ve bütün dünyanın meliklerini, herşeye kadir Allah’ın o büyük gününün muharebesine cem etmek için onların yanına giderler. [İşte hırsız gibi gelirim. Ne mübarektir uyanık durup çıplak gezmemesi ve ayıbı görünmemesi için kendi esvabını hıfz eden kimse]. Ve onları İbranice ARMECİDDUN (hermeciddun ve armagedon) denilen mahalle cem ettiler”.
Burada Fırat Irmağı’nın suyunun çekilmesi -ki bu haber aynen hadîs-i nebevîde de mevcuddur ve Fırat’ın suyunun çekilip altın bir dağ çıkaracağı ve insanların oraya toplanıp büyük bir harb olacağından bahsedilmektedir- Allahu A’lem, o çevrede barajlar yapılmasıyla ve verimli toprakları sebebiyle dünyanın gözünün orada olması ve çevresinde gayet kesretli petrol yataklarının bulunmasıyla (Bor, Toryum ve diğer madenler fizibilite çalışmaları sonucu tesbit edilmiş olup raporlar saklanmaktadır) bütün dünya devletlerinin oraya hâkim olabilmek için çalıştıklarına ve bu sebeble o bölgede büyük fitneler zuhur edeceğine işarettir.
http://kod661.blogspot.com

27 Mart 2010 Cumartesi

BENİM HESABIMI İŞTE BUNDAN SORMALISINIZ....

aşk'ı anlamıyorlar..bana benzediğin ve seninle öpüşüp, seviştiğim için toplumdan soyutlanıyoruz..sabit düşüncelerin arasında, birlikte içtiğimiz bir tabak çorbanın bile hesabını veriyoruz..illa birimizden birinin kadın olmasını istiyorlar..dünyanın kanunu buymuş gibi ve bir erkeğe bir kadın düşer düşüncesiyle sütyensiz göğüslerimizde uyumamız onlara eğreti geliyor..
anlamıyorlar..ne zaman vazgeçsek "anlamazlarsa anlamasınlar" desek, bizden sonraki nesillere haksızlık olacağı için, haklı mücadelemizde gökkuşağımızı dalgalandırmaya çalışıyoruz..
bana sarıldığında bulundukları ülkenin lut kavmi gibi helak olacağını düşünüyorlar..öyle aşağılanıyoruz ki; rengimiz ırkımız bir yana, ikimizde de penis var diye, bıraksan karanlık mahsenlere tıkacaklar bizi..
bazen ruj sürmek istiyoruz, kafamıza göre davranmak, yani içimizden geldiği gibi ama önce evlerine çağırıyorlar, sonra sürdüğümüz ruj kadınsı hava kattığı için bedenimizi, bizleri öldürüyorlar..
sen uyurken binlerce arkadaşımızı katlediyorlar..masumluk; kalça bölgesiyle ölçülüyor artık..sen uyurken, bizi öldürüyorlar..bazılarımız "erkek erkek gibi kadın kadın gibi olmalı" diyor..eşcinsel oldukları halde içselleştirilmiş toplum gibi düşünüyorlar..ne oluyor bize bilmiyorum ama bizi de kendi içlerine katmaya çalışıyorlar..
sırtına dokunmam çamur yemiş gibi iğrendiriyor heteroseksizm'in kurbanlarını.. onlar kurban olmayı seviyorlar..
bir kadının zerafetini bakışını değil, bizi arıyoruz birbirimizde bilmiyorlar..
oysa ne zararımız olabilir onlara..bizler onları kurtarmaya çalışırken onlar birbirlerini katlediyorlar..




Mevlana şöyle demişti "yarın mahşerde kadın ve erkeğin,bir araya toplanıp da sorguya çekilme korkusundan yüzleri sararınca,ben aşkını avucuma koyup önlerine varır ve derim ki; benim hesabımı işte bundan sormalısınız.."

GAYYOR.............http://gayyor.blogspot.com/

22 Mart 2010 Pazartesi

MAHMUD VE AYAZ...........

İran'da güzel kokan çiçekler ve dallarından yere doğru sarkan meyvalar yoktur..başınızı kaldırıp şöyle bir gökyüzüne baktığınızda boyunlarında bir iple sallanan insanlar görürsünüz..
işte; Mahmut ile Ayaz bu hain ülkede tanıdılar birbirlerini,bu hain ülkede aşık oldular..biri 16 diğeri 18 yaşındaydı..hayatın ilk basamağındaydılar yani..kimse suçlayamazdı onları, kimse karışamazdı küçük dünyalarına.. Mahmut; Ayaz'ı öperken sayılarca insan meydanlarda asılıp, ele güne "eğer hata işlerseniz, sizinde sonunuz böyle olur" örnekleri verirken, Ayaz Mahmut'a sarılmıştı bile..
ne farkederdi bu iki çocuk için, aşk yüreklerinde doğmuştu bir kere..kimsenin malını çalmamış, kimsenin ırzına tecavüz etmemişlerdi..oysa öylesine bir ülkede, öylesine iki insandılar işte..
bir erkeğe dört kadın düşen topraklarda, onlar aşklarını tek eşlilikten yana kullanıp, yaşamaya başlamışlardı.. avuçlarına sığamayacak hayatlarını, ellerinden bir buz parçası gibi düşürmeden önce..
bir gün biri mavi kısa kollu gömleğini giyindi, bir diğeri beyaz t-shırt'ünü..o gün İran yine kuraklığını zorlayıp, insanların idam edilişine tanıklık ederken gizlice buluşmayı başarmıştı onlar..
"onlar"dılar işte..hiçbir zaman tek başına yaşamayı düşünmeyen yürektiler..kısacık dünyalarında uzun bir yol katetmek için o gün yine ve yeniden sarılmışlardı birbirlerine..
saçlarını yeni kestirmişler, sakallarını sinekkaydı yaptırmışlardı..cinsel ilişki değildi yaşadıkları aşkın tene temas etmesiydi sadece..aşkın bedende hayat bulmasıydı..Ama İran yağmuru kabul etmese bile sıcaklığı öyle sarmıştı ki çevresine Mahmut ile Ayaz üzerlerine devrilmiş bakışları göremedi..sonrası kollarından tutup sıcağa çıkardılar onları..Mahmut güneşe bakamadı,Ayaz tedirgindi..sonu biliyorlardı aslında..o ülke öyle bir ülkeydi ki meyva diye insanlar asılırdı dallarda..
Mahmut; Ayaz'ın gözyaşlarını silmek istedi, izin vermediler..hani dayanamazdı ya..hani sarılması ve saçlarını koklaması gerekiyordu ya..dinlemediler..
Mahmut'un sırtını açtılar sonra.. kendi sırtına vurulan kırbaçların acısını unutup sevdiğine ağladı Ayaz..
bu ülke öyle bir ülke idi ki onlar gibi daha binlercesini yok edip toprağına gömen ve bunu marifetmiş gibi dünyaya duyuran..
kırbaçların sayısı yüz'ü geçmişti..şimdi bildikleri bir yoldan ama tanımadıkları bir topluluğun arasına getirileceklerdi..tanımadıkları eller onlara mikrofon uzatacak ve ömürlerinin son dakikalarını o an yaşayacaklardı..
suçumuz neydi? o iki çocuk son nefeslerini verirken bile bunu düşünecekti..
sahi; suçları neydi Mahmut ile Ayaz'ın birbirlerine dokunup sevişmeleri miydi..oysa bir kadının yatağından, diğer kadınlarının yatağına fütursuzca geçiş yapan adamlar değil miydi onları suçlayan..ne yapmışlardı yani ne yapmışlardı.. İran; İranlığından birşey mi kaybederdi onlar yaşasaydı..onları gören gözler görmezlikten gelseydi kör mü olurlardı..o zaman cennet kapılarını mı açardı siyah maskeleriyle bekleyen cellatlara..Tanrı mutlu mu olurdu yani..o değil miydi Hz.İbrahim'e oğlunu kurban verme diyen,o değil miydi kalplere cinsiyet ayırmaksızın sevgiyi yerleştiren.. kime göre neye göre livata'ydı yaşadıkları aşkları.. ne çok sevmişti Mahmut Ayaz'ı..Ayaz Mahmut'u ne çok sevmişti..tüm çamur sevgilere inat onlar İran gibi bir yerde öleceklerini bile bile yaşamamışlar mıydı..
evet onlar ipler boyunlarına geçirildiğinde yine seviyorlardı birbirlerini..Ne de olsa İran'dı orası ve ne de olsa onların ardından da yürüyüşler yapılacak, idamlarına tepki alacaklardı..ama neye yarardı o topraklardan dışarı çıkamamıştı işte aşkları..orada; oracıkta o meydanda "Allah"nidaları eşliğinde asılmışlardı..biri onaltı yıl yaşamıştı,diğeri onsekiz yıl..biri mavi giyinmişti ölürken, diğeri beyaz..beyaz; güneş ışınlarının renklerini doğurur,mavi onun verdiği renklerden biri olurdu zaten..yani; onlar, oradaki zavallı topluluk bilmese bile, gökkuşağı bayrakları üzerlerinde ayrılmışlardı hayatın içinden..
kısacık bir hayatın göbeğinden..
şimdi sokaklara çıksak ne olur..şimdi yazılsa uzun yazılar..Mahmut ile Ayaz anlatılmaya çalışılsa yazılsa çizilse..bir eşcinsel'i annesi anlayamaz babası terkederken,bir başka eşcinsel kendini kendi silahıyla öldürürken, bir başkası idam edilirken yine bir yerlerde bir başkası bir haydutun ellerinde lime lime olurken..
yazılsa anlatılsa okutulsa ne olur..tüm bunlara rağmen bir bakan çıkıp, anlamsız laflar edip, vicdanının rahat olduğunu vurgulayıp, eşcinselliğe hala ama hala hastalık derken..
şimdi söylenecek hiçbir söz yok..
Mahmut İle Ayaz o dar ağacında sallanırken..
GAYYOR.......http://gayyor.blogspot.com/

18 Mart 2010 Perşembe

EŞCİNSELLİK SÖMÜRÜSÜ...............

40 yıl önce dünya sağlık örgütü eşcinselliği hastalık sınıfından çıkarıyor, dünyanın en önde gelen lider ülkeleri eskiden hastalık olarak gördükleri için eşcinsellerden özür diliyor. Ama nedense her konuda dışarıya bağımlı olan, onlar ne derse onu yapan Türkiye konu eşcinselliğe geldiği zaman kapılarını dünyaya kapatıyor, ``hastalık bu kardeşim. tedavi edilmesi gerekir. tedavi edilebilir`` demeye başlıyor. Bunu diyenleri dikkatli incelerseniz her türlü yolsuzlukların döndüğü kuruluş ve firmalarla bağlantıları (yada sahipleri) olan kişiler. Acaba diyorum Türkiyede 5 milyon kişi olduğu bilinen eşcinselerin farkına vardılar da, kendilerine bir pazar yaratma derdine mi düştüler? Düşünsenize eşcinsel rehabilitasyon merkezleri, psikiyatrik tedavi merkezleri açılmış.. Her aile aman çocuğum eşcinsel olmasın diye tıpış tıpış bunların yolunu tutmuş.. Cahil halkımız ya! Bir kuş gribi yaygarası yaptılar hastanaler doldu taştı, bir domuz gribi yaygarası yaptılar hastaneler doldu taştı. Şimdide bir eşcinsel yaygarası derdinde olduklarını düşünüyorum.. GELSİN PARALAR..
Yazan : osman10

12 Mart 2010 Cuma

NE Mİ AŞK?

Aşk; kaybetme korkusu yaşamaktır..yanındayken zamanın hızlıca geçip gitmesine sitem etmek, uzaktayken yakın olmayı beklemektir..Aşk; telaffuzu mümkün olmayan cümlelerden geçen, sürekli hareket halinde ki bir tren gibidir..tasvir edilmesi imkansız olan, takdir edilmesi muhtemel bir gerçektir,aşk..



dünyanın her yerinde farklı dillerle anlatılan ama tek bir anlamda uyuyan soyutluktur..hiç bir zaman sahip olamayacağın çocuklarına özlem duymak ve tüm çocuklara kucak açmaktır..bazen kavgaların büyüttüğü, bazen sevişmenin sakinleştirdiği en güçlü duygudur..yeşilçam filmlerini aratmayan cümleler kurduran ve miskin şarkılarda aranan melodidir,aşk..


her an ona bir şey olabilir diye tetikte beklemektir..kıskanmaktır ve kıskanmamaktır da birazda..uykunda bile aklında olandır.. uyandığında ise, en evhamlı bekleyiştir,aşk..kendini unutmak ama insanları hatırlamaktır..onun yüzü suyu hürmetine deyip düşküne para uzatmak, sofralarına aş koymaktır ama herşeyi onun için de yaparak iyiliğe kalbini açmaktır..onu anlatacak tüm cümlelerin yetersiz kalışı, anlamların aranan sanığı olmaktır..tutuklu kalmaktır, mahkum olmayı kabullenmek, aşka aşık olmak ve yükseklik korkusuna inat en yüksek tepede durmaktır..


aşk'a aşık olmaktır,aşk..sözün bittiği yeri bilememek ve kalbinle dillendirmek ama hiç küfür karıştırmamaktır araya..öfkelenmek kavga etmek tartışmak sonrasın da küsülmemiş küslüğe yabancılık karıştırmamaktır..


aşk en umulmadık an da karşına çıkandır..kendinden çok onun için yaşadığını farketmek,aradaki  yıla aldırmaksızın onunla aynı yaşta durmaktır..


GAYYOR...............http://gayyor.blogspot.com/


İNSAN VE İMPARATORLUK...........

Osmanlı İmparatorluğu kurulduğunda Elazığ köylüleri nerede oturuyordu?
Kerpiç evlerde.
Birinci Meşrutiyet ilan edildiğinde nerede oturuyorlardı?
Kerpiç evlerde.
İkinci Meşrutiyet’te?
Kerpiç evlerde.
Saltanat kaldırıldığında?
Kerpiç evlerde.
Hilafet kaldırıldığında?
Kerpiç evlerde.
Cumhuriyet ilan edildiğinde?
Kerpiç evlerde.
Şapka devrimi yapıldığında?
Kerpiç evlerde.
1960, 1971, 1980 darbeleri yapıldığında?
Kerpiç evlerde.
28 Şubat darbesinde?
Kerpiç evlerde.
Şimdi nerede oturuyorlar?
Kerpiç evlerde.


1299’dan bu yana yaşanan onca olayın, savaşın, darbenin, gelişmenin Doğu ve Güneydoğu köylerine ne faydası oldu peki?
Hiç.
Hâlâ kerpiç evlerde yaşıyorlar, hâlâ kerpiç evlerde ölüyorlar.
O imparatorluk, hilafet, meşrutiyet, cumhuriyet, laiklik, darbeler, savaşlar, cinayetler kimin içindi?
Belli ki oralardaki köylüler için değildi.
Yapılan hiçbir değişiklik, o köylülerin hayatını da ölümünü de değiştirmedi.
Niye yaptık peki biz onca şeyi, kimin için yaptık?
O köylerde yaşamayanlar için.
Yapmasaydık o köylüler için ne değişecekti?
Hiçbir şey.


Bugün yeryüzünün hiçbir doğru dürüst ülkesinde insanlar 6 ölçeğindeki bir depremde ölmezler.
Burada niye ölüyorlar peki?
Cihan imparatorlukları kurmuşuz, cumhuriyetler ilan etmişiz, Atatürk’ün ilke ve inkılâplarını kabul etmişiz, şapka giymişiz, darbe yapmışız, çağdaş olmuşuz ama köylüler kerpiç evlerde sabah vakti yıkıntıların altında ölüyorlar.


Ben yeniyetmeyken mahalle çocuklarının çok sevdiği galiz bir laf vardı, dayanamayacağım söyleyeceğim, “bana faydası olmayan kilisenin papazını öpeyim,” alın imparatorluğunuzu, cumhuriyetinizi, laikliğinizi, ilke ve inkılâplarınızı, şapkanızı, darbenizi, ne isterseniz ondan yapın.
Bunlarının hiçbirinin o köylülere bir faydası yok, olmamış, olmayacak.


Onların hayatını bunların hiçbiri kurtarmaz, onların hayatlarını, buralarda aydın geçinenlerin bile bir tür “fantezi” sandıkları “demokrasi” kurtarır ancak.
“Önce cumhuriyet”, “önce laiklik”, “önce vatan” diye bağıranlar, “demokrasi gelirse ne olacak, memleket bölünecek” diyenler, gidin şimdi bunları Elazığ köylülerinin parçalanmış bedenlerine anlatın.


Demokrasi, insanın her şeyden daha önemli ve kutsal olması anlamına gelir, demokrasi olsaydı, Meclis lojmanlarına, orduevlerine, memur kamplarına, Atatürk heykellerine harcadığınız parayı Elazığ köylerine harcamak zorunda kalırdınız, kerpiç evlerin içinde sabaha karşı yıkılan duvarların altında ezilerek ölmezlerdi.
Asfalt yolları, sağlam evleri, çiçekli bahçeleri olurdu.


Keyfinizce yağmalayıp paylaştığınız paraların, silahlara savurduğunuz paraların, gösterişe harcadığınız paraların hesabını size sorarlardı demokrasi olsaydı, “burada bu derme çatma kerpiç evler dururken o paraları nereye harcıyorsun” diye sorarlardı.


Ama köydeki çobanla siz bir değilsiniz tabii, para sizin, keyif sizin, iktidar sizin, gösteriş sizin, eğlence sizin, babalanma sizin, efendilik sizin, kerpiç evlerle ölüm de zavallı çobanın.
Demokrasi, “çobanla profesörün oyunun eşit” olması değildir, demokrasi, çobanla siyasetçinin, paşanın, profesörün, şehirlinin “hayatının eşit” olmasıdır, aslında istemediğiniz bu, değil mi?


Sizin hayatlarınız, şaşaanız, debdebeniz, köylülerin hayatından besleniyor.
Onun için istemiyorsunuz demokrasiyi, onun için istemiyorsunuz eşitliği.
İmparatorluk yaptınız, meşrutiyet yaptınız, cumhuriyet yaptınız, laiklik yaptınız, inkılâp yaptınız, darbe yaptınız.
Niye hiçbiri o köylülerin işine yaramadı?
Niye ölüyor onlar, neyin eksikliği öldürüyor onları?
Bir düşünün ALLAHın cezaları, bir düşünün.
AHMET ALTAN

10 Mart 2010 Çarşamba

RUŞEYM....

Buğdayın işlenerek una dönüştürülmesi sürecinde özel ayrıştırma işlemleri sonucunda 1 tonundan sadece 1 kilogram elde edilen ve E vitamini bakımından zengin olduğu belirtilen ”ruşeym” (wheat germ) Buğdayın özü demek. Bu bilinen Buğday taneciğinin en tepesindeki cücüktür. Buğdayın iç bölümünden oluşur. Tepesindeki o küçücük hayat kaynağı, Bitki oluşmasını sağlayan rüşeym’dir.
Buğday ruşeymi, tanenin filizlendiği bölgedir. Muhteviyatında yüksek miktarda A,E ve B1 vitamini, lesitin, esansiyel yağ asitleri ve proteinler ile minerallerden çinko, manganez ve krom bulunmaktadır. Döllenmeden sonra oluşan tohumda bitki embriyosu ile beraber besin deposu bulunur. Embriyo, bitkinin küçük bir kopyasını içinde barındırır. Besin deposu ise, bitki kendi besinini üretebilecek hale gelene kadar embriyonun büyümesini sağlayacaktır.
Döllenmeden sonra tohum oluşurken bitki türüne göre nişasta ve protein ile birlikte şeker ve yağ da tohumla birlikte besin olarak depolanır. Nişasta tohum için gerekli olan enerji kaynağını sağlar. Depolanmış proteinler de bitki açısından önemli olan diğer proteinleri inşa etmek için embriyonun ihtiyaç duyacağı aminoasitleri sağlayacaktır. Buğdaydaki toplam proteinin yaklaşık % 8’ini içeren ruşeymin protein miktarı % 30 civarındadır.

Buğday ruşeymi tüm tanenin % 2-3’ünü oluşturur ve gıdalarda, kozmetikte aranan bir üründür. Gıda kullanımına uygun olan ruşeym oranı en fazla % 0,5’tir. Geleneksel bir değirmen sisteminde ruşeym, kepek azaltma pasajlarında elde edilir.

İçinde vücut için gerekli besin öğelerinin bir çoğunu yüksek miktarda içeren buğday ruşeymi, değerli bir maddedir. Bu maddenin % 15 oranında ekmeğe ilave edilmesi ile besin değeri yüksek, oldukça lezzetli ve iç yapısı homojen bir ekmek elde edilmiştir. Bu ekmeğin yeni bir çeşit ekmek olarak piyasaya sunulması, yeterli ve dengeli beslenme konusunda tüketiciye bir katkı olmuştur.

İçindekiler
Buğday unu, içme suyu, ruşeym, kepek, gluten, ekmek hamur mayası, Gıda sanayi tuzu, sirke, Ekmek katkı maddesi [Emülgatör (mono ve digliseridlerin diasetil tartarik asit esterleri), şeker, enzim (fungal hemiselülaz, fungal alfa amilaz), antioksidan (askorbik asit)] ve koruyucu (kalsiyum propiyonat)


100 gr. Ruşeymli Ekmeği’n Besin Değeri


Enerji
224 kcal


Protein
9,5 gr.


Toplam Yağ
1,85 gr.


Diyet Lif
6,9 gr.


Karbonhidrat  42 gr.

BİR YORUM:

Beyaz un merakı sağlığı rezil ediyor!

Şimdilerde bütün dünyada bir “E” vitamini modası var. İnsanlar yüksek paralar ödeyerek “E vitamini hapları” satın alıyor. Ne işe yarar bu “E vitamini”?
Yaşlılığı geciktirici vitamin olarak “E vitamini”, vücutta hücre zarının dayanıklılığını sağlar. Vücudun bağışıklık sistemini destekleyerek kanserin önlenmesinde önemli rol oynar. Aterosklorozun oluşumunu engelleyici etki gösterir. Koroner kalp hastalığı riskini azaltır. Pıhtı azaltıcı etkisiyle kanın akıcılığına, diyabetli hastalarda damar komplikasyonlarının önlenmesine yardımcı olur. Sinir sistemi hastalıklarında olumlu etkiler gösterir. Gözde katarakt oluşumunu geciktirir. E vitamini yaşlılığa bağlı hücre hasarlarında azalmaya neden olur. Etkin bir antioksidandır. Bu özelliğinden dolayı kolay oksitlenebilen bileşiklerin oksidasyonunu önler. Özellikle A vitamininin oksidasyonunu önleyerek bu vitaminin organizmada etkisini artırır, karaciğerde depo edilmesine yardımcı olur. Üreme sisteminde etkilidir. Kansızlığı önler.
E vitaminin doğalı makbul
E vitamini makbulü “doğal” olanıdır. Doğal, E vitamini şişelerinin üzerinde “wheat germ” yazar. Bu “wheat germ” denilen şey bizim bildiğimiz buğday taneciğinin en tepesindeki “cücük”tür. Buna bizde “buğdayın ruşeymi” derler. Buğdayın kalbi - hayat kaynağıdır. Buğday üç bölümden oluşur. Tepedeki o küçücük hayat kaynağı, bitki oluşmasını sağlayan ruşeym. Üzerindeki kabuk (kepek). Ve ruşeymin altında bulunan, tohum çimlenirken ruşeyme hayat veren gövde kısmı.
Buğdayın içinde (1) Karbonhidratlar, (2) Protein, (3) Yağlar, (4) Mineral tuzları, (5) Vitaminler, emzimler ve diğer bileşenler vardır.
Buğday olduğu gibi öğütüldüğünde bunlar da bütünü ile un olur.
Geliniz görünüz ki, şimdi buğday olduğu gibi öğütülerek un olamıyor. Çünkü Türk halkının da bir “beyaz ekmek” merakı oluştu. Halkımız “beyazın da beyazını” aradığından fırıncılarımız da unun “beyazının da beyazını” satın alıyor.
Bu talep karşısında değirmencilerimiz unu katlediyor!.. Unun beyaz olmasını önleyen, buğdayın kepeğini ve de daha önemlisi ruşeymi (embriyo’yu kökçük kalkancık’ı) ayırarak buğdayın sadece “dolgu kısmı” olan gövdesini öğütüyor.

Beyaz unda vitamin yok
Böylece buğdayın “E vitamini başta olmak üzere, diğer vitaminleri karbonhidrat ve protein değerleri, mineralleri kalsiyumu, fosforu, magnezyumu, demiri, çinkosu ruşeym ve kepek olarak değirmende kalıyor. Halkımızın “beyazın da beyazı” ekmeğine, içinde hiçbir vitamin, mineral, protein değeri olmayan un giriyor.
Sadece o kadar olsa iyi. Beyazın da beyazı arayışındakileri mutlu etmek için bazı değirmenler una son anda beyazlatıcı kimyevi madde katıyor.
Korkunç bir gerçek şu: Değirmenlerimizin çoğunun yeni makineleri bu talebe dönük makineler. Buğdayı öğütürken ruşeymi ve kabuğu (kepeği) çıkaran makineler. Buğdayı olduğu gibi üretebilecek makine sayısı azaldı.
Sonuç Türk halkı “beyazın da beyazı” merakı nedeniyle “sünger ekmek” yiyor.

GÜNGÖR URAS

GERÇEK DÜNYA YASALARI........

WILLOUGHBY YASASI
Birine bir makinenin çalışmadığını kanıtlamaya çalışırsanız makine o anda çalışacaktır.


ANDREW YOUNG YASASI
Eğer 100 işadamı yasal olmayan bir iş yapmaya karar verirlerse, o iş yasal olur.


AXWELL'İN ÇIKARDIĞI SONUÇ
Eğer havayı soluyabiliyor ama suyu içemiyorsanız geri kalmış bir ülkedesinizdir. Oysa suyu içebiliyor ama havayı soluyamıyorsanız kalkınmış bir ülkedesinizdir.


LOFTA'NIN GÖZYAŞLARI
Hiç kimse sizi kendinizi iyi hissettiğiniz zaman terk etmez.


FANT YASASI
Bir eliniz dolu iken diğer elinizle kilitli bir kapıyı açmak zorunda kaldığınızda, anahtar kesinlikle elinizin dolu olduğu taraftaki cebinizdedir


MONLY'NİN KURALI
Mantık, yanlış sonuca özgüveninizi yitirmeden sistematik bir bicimde ulaşma yöntemidir.


GOODWIN'DEN HATIRLATMA
Gözle görülen eleştirilmeye mahkûmdur.


FULTON'UN YERÇEKİMİ YASASI
Düşen bir nesneyi sakın tutmaya çalışmayın. Bırakın düşsün, daha az zarar görecektir.


CAMPBELL YASASI
Ne kadar az iş yaparsanız, işleriniz o kadar yolunda gider.


KOVAC'IN YASASI
Telefonda yanlış numara çevirdiğinizde, asla meşgul çalmaz.


ANONİM BIR YASA
Beklenmedik bir yerden gelen para, beklenmedik bir harcamaya gider.


ÖNEMLİ İNSANLAR KURALI
Büyük hayranlık ve saygı duyduğunuz insanların derin düşüncelere daldığını gördüğünüzde, olasılıkla öğle yemeğinde ne yiyeceklerini düşünüyorlardır.


YASENEK'İN GÖZLEMİ
Öpüşen insanlar birbirlerine o kadar yaklaşırlar ki, birbirlerinin hatalarını göremezler.


ARLEN YASASI
Bir yerden ayrılırken, insanların size ne kadar iyi davrandıklarını görmek çok ilginçtir.


MURPHY'NİN ONARIM KONUSUNDAKİ YASASI
Ufak bir arızayı gidermeye çalışırken, daha önemli bir arızaya neden olursunuz.


MURPHY İLKESİ
İyi bir yanlış yapmanın her zaman bir yolu vardır.


MURPHY YASASI
Bir isin ters gitme olasılığı varsa, kesinlikle ters gidecektir.


MURPHY'NİN 2 NOLU ÖLÇÜTÜ
Her iş düşündüğünüzden daha uzun sürer.


MURPHY'NİN 3 NOLU ÖLÇÜTÜ
Birkaç işinizin birden ters gitme olasılığı varsa, kesinlikle size en çok zarar verecek iş ters gidecektir.


MURPHY'NİN 4 NOLU ÖLÇÜTÜ
Ne zaman bir işi yapmaya karar verirseniz, o anda yapmanız gereken bir başka iş çıkar.


MURPHY'NİN 5 NOLU ÖLÇÜTÜ
Her çözüm beraberinde yeni sorunlar getirir.

4 Mart 2010 Perşembe

RUH,SECDEYLE YÜCELİR........

Ruh Secdeyle Yücelirİbadetin manevi hikmetlerini açıklamadan evvel, çağımız insanına ibadetin biyolojisini anlatmak istiyorum:                                                                                                             a-İman etmek, insanın biyolojik programında mevcuttur ve her insanın kullanmak zorunda olduğu bir anahtardır.
Beynin hipotalamus bölgesinde yer alarak bütün hormonları yöneten bir merkezle, duygularımızın tesirinde kalan bir başka merkez yanyanadır. Hayat şeklimizi baştan sona yöneten iç salgı bezleri ve bunların merkez komutanı olan hipofiz salgı bezi, işte bu hipotalam çekirdeklerindeki kompüterize programlarla ayarlanır. Moral tesirlerin tamamı ve buna bağlı bedeni sonuçlar, hep bu hipotalamus-hipofiz ahenk dengesine tabidir Yapılan araştırmalar, bu ahengin sağlıklı olmasını güven ve sevgi esaslarına bağlamaktadır. Korku ve kin ise, bu ahengi tersine çeviren duygulardır. Bir insan kin ve korkuya düşerse, hipotalamus-hipofiz program ahengini kaybeder ve bütün hormonlar karman çorman olup insan fizyolojisinin tamamı bozulur. Açıkça görülüyor ki, bu dengeyi korumak için korku ve kinden uzak kalıp sevgiyi ve güveni seçmemiz, beynimizin bu hassas bölgesine biyolojik olarak nakşolunmuştur. Diğer bir ifadeyle, bu hayatın bu temel noktasına Allah iman mührünü basmıştır. Bu gerçeğe karşı çıkmak insan biyolojisine karşı çıkmak demektir.
Yüce kitabımızın emri ile: “İnsan kendini başıboş mu bırakıldı sanıyor?”
İnanmazsanız, korkudan kurtulamaz ve güven duyamazsınız. Her an hissedeceğiniz ölüm korkusu, güvensizlik ve kin; hipotalamus yolu ile en hassas noktanız olan hipofizinizi yer bitirir. Onu kurtaracak tek şey, inanarak elde edeceğimiz sevgi denizinde, iç dünyamızın ihtiras ve kin ateşini soğutmaktır.
b- İbadetlerin, biyolojik ahengi sağlamada akıl almaz tesirleri vardır.
Cenab-ı Hak çok özel bir varlık olarak yarattığı insanın kompüterize yapısına ibadetleri öyle programlamıştır ki, sağlıklı yaşamak için ibadet, vazgeçilmez bir reçete olmuştur. Bunları tek tek görelim:
1- ABDEST ALMAK Abdest insanın statik elektriğini atarak, deri ve sinir sistemindeki gerilimleri yok eder, dolaşım sistemindeki minik tıkanmaları açar ve damar sertleşmelerini engeller. Lenf damarlarını devamlı şekilde canlı tutarak korunma sistemini dinç ve kuvvetli kılar. Bu ise, bütün hastalıklara karşı güçlü olmamız demektir.
Gusül abdesti, çok önemli bir tesire sahiptir. Burun ve boğaz yıkanması, hipofiz salgı bezinin damarları üzerine masaj yerine geçtiği için bedenin gençliğini ve dinçliğini sağlayan tek tedbirdir.
2-NAMAZ
Bir günde kılınan 40 rekat namaz, bir saatten fazla süreyle göz merceklerini dinlendirir. Çünkü secde noktası yaklaşık 1.5 metre mesafededir. Göz merceğinin normal fokusu (odak noktası) da 1.5 m' dir ve mercek, ancak bu mesafeye bakarak dinlenebilir.
Kalbin elektromanyetik pozisyonu, namaz esnasında devamlı bir huzur ve sükunet haliyle dengeli dinlenme kazanır. Namaz sırasında bütün eklemler tam bir huzur talimi içindedir. Özellikle omurga sistemi, tam manasıyla hem egzersizin, hem de dengeli dinlenmenin akıl almaz sağlığına kavuşur. Namazın stresleri atan tesiri ise, bugün en büyük dinsizlerin bile kabul etmek zorunda oldukları bir gerçektir.
Namazın, insanı aşırılıklardan koruyan tesiri de olağanüstüdür. Namaz kılan alkol içemez olur olmaz saatlerde uyuyamaz, aşırı cinsi münasebetlerden kaçınır ve düzenli bir hayata girer.
3-İNFAK (yardım ve paylaşma)
İman bahsinde izah ettiğimiz hipotalamus ve hipofizdeki ahenkli çalışmanın anahtarı olan sevgiyi öğreten tek eğitim infaktır. Hayatta her bilgi öğrenilerek kazanılır. Ancak sevgi, teorik bilgi ile kazanılmayıp sadece ve sadece infakla, yani yardımlaşma ve paylaşma ile öğrenilir. İnfakla kazanılan sevgi kabiliyetinin vücuda verdiği biyolojik ahenk, her türlü tarifin ve reçetenin üzerindedir.
4-ORUÇ
Son yıllarda orucun sağlığa verdiği fayda, tıp çevrelerinde öyle net bir şekilde benimsenmiştir ki, Müslüman olmayan birçok kliniklerde kronik hastaların, hatta kanserli hastaların oruç tutmaları, programlı bir şekilde uygulanmaya başlamıştır. Yurt dışında ve özellikle Avrupa'da mevcut bulunan “Oruçla Tedavi Merkezlerini” görecek olsanız, bu ülkelerin din değiştirip İslamiyet'i seçtiğini sanırsınız.
Orucun, vücudun harika laboratuarı olan karaciğere verdiği yenilenme ve dinlenme fırsatı ise, başlı başına bir kitap olacak şekilde mükemmeldir. Bu ibadetin sindirim sistemine verdiği dinlenme ve tamir fırsatı ise herkesçe bilinmektedir. Daha enteresan olanı, açlığın kemik iliğine yaptığı uyarıcı tesir sebebiyle, orucun kansızlığa karşı en iyi bir tedavi şekli olarak kabul görmesidir.
Oruç, kan kimyasına da çok müspet yönde tesir eder. Özellikle damarların iç duvarlarında biriken besin artıklarını yok eder. Bu açıdan damar sertliğini ortadan kaldıran harika bir tedavidir. Oruçlu iken sıvı azalması sebebiyle vücud ve kalb daha az yorulur.
Orucun cinsi hayata getirdiği sınırda, hormonal sisteme has bir dinlenme sağlar. İnsanlığın ve kainatın en yüce varlığı olan Efendimizin (SAV) mübarek tavsiye ve direktifleri de gerçek bir ibadettir.
Her türlü aşırılıktan kaçınarak, sadece Allah rızası için ibadet yapanlara ne mutlu….
İnsanlar; hücresi ile, atomu' ile Yüce Yaradan'ına karşı saygı ve sevgi sırrına götüren ibadeti, Allah'ın verdiği en büyük bir nimet olarak benimsemelidir. Nefsin tembelliğini veya hayat yükünün ağırlığını bahane ederek ibadeti angarya saymak, gerçekten kendini inkar etmektir. Allah'a iman ve ona karşı duyulan sevgi ibadetle birleşmedikçe; satıhta kalan soluk bir iz veya su üzerine yazılan bir yazı gibi kaybolmaya mahkumdur.
Kainattaki bütün varlıklar, Allah'ın (cc) yaradılış sırrı içinde onlara programladığı bir çeşit zorunlu ibadet tarzı içindedir. Galaksilerdeki dönmeler veya atom çekirdeği etrafındaki elektron raksları, hep özel ibadetlerdir. Maddi hayatın temel kavramlarından biri olan elektron'un varlığını koruması için bitmeyen bir sessiz zikri terennüm etmesi gerekir.
Atom çekirdeği etrafında dönen elektronlar, saniyede 100.000 defa bu zikri yapmaktadır. Ancak daha enteresanı elips yörünge üzerinde seyreden elektronun bir tur esnasında yörüngenin 4 noktasında çekirdeğe dönük olarak eğim yapmasıdır. Böylece bir elektron, saniyede 400.000 defa Allah (cc) aşkı ile kendinden geçmiş bir derviş gibi, çekirdeğe karşı bir tarz rüku yapar. Buna manyetik sipin denir.
Vücudumuzdaki trilyon kere trilyon elektrondan her biri, saniyede 400.000 defa zikir yapar da biz hala ibadetlerden kaçacak bir mazeret ararsak, o elektronlardan daha fazla küçülmezmiyiz? Böyle bir durumda kendimize” özel varlık” diyebilir miyiz?
İbadetlerin özündeki manevi hikmetlere gelince: İnsanın çok özel varlık olmasının sırrı; Cenab-ı Hakkın onu kendisine muhatap olarak seçmesi ve insanın da yaratıcısıyla bir alaka kurabilme kabiliyetidir. Duadan secdeye, sevgiden merhamete ulaşan bu bağlılık, kul ile Yüce Yaradan'ı arasında muhteşem bir münasebettir. Böylesine harika bir nimeti kim kaçırmak ister? İnsanın madde dünyasındaki basit çekicilikler peşinde koşarken en kıymetli cevheri olan ruhunu bir tabuta koyup kapatması, gerçekten büyük bir nasipsizlik ve af edilemez bir gaflettir.
Cenab-ı Hakka yakın olabilme gayreti diye ifade edebileceğimiz ibadetlerin sırrına gelince:
Allah, bütün varlıkları yoktan yaratan ve insana şah damarından daha yakın olan öylesine bir yüce kudrettir ki, akıllara durgunluk veren bu güzelliğe bir saniye dahi yakın olabilmek, tarif edilmez bir şereftir. Bu yakınlığın ilk şartı ise “HAMD”dir. “Hamd” demek; bu yüceliğin sevgi, hayranlık ve şuurla methedilmesi demektir. İbadetlerin başlangıç anahtarı olan bu “hamd sırrını” Allah (cc) Fatiha' da şifrelemiş ve namazla sembolleştirmiştir. Allah'a yakın olabilmek için bunun dışında ne başka bir yol, ne de başka bir formül vardır.
Namaz, hamd niyazını insanını her zerresine yayarak, kendi gönlündeki ilahi tecelliye yaklaştırır. Gönüllerdeki boyutlar ötesi Allah (cc) tecellisi, hamd niyazımız gerçekleşince bizi de boyutlar ötesine doğru çeker. Bu yakınlık, İnfakla beslenerek bizi adım adım miraca yükseltir.
Temel ibadet olan namazın tesiri, doğrudan kalbe ve gönüle yöneliktir. Kul farkına varsın veya varmasın, her namazda gönüllerin esrarlı perdelerinden biri açılır ve insan adım adım Allah'ın (cc) sonsuz sırrına yaklaşır.
Allah'ın yarattığı varlıklar farklı nitelikler arzeder. Mesela melekler, çok berrak bir yapıya sahiptirler. Bir çeşit yansıma sırrı taşır, bu yüzden nefs taşımazlar ve devamlı şekilde ibadet ve zikirle meşgul olurlar. Ruh da meleklere nazaran İlahi yaradılış sırrının en yakın boyutlarından yansır, fakat nefse bağlanarak insana intikal ettirilmiştir. Eğer böyle olmasa, insanlar da melekler gibi daima zikir ve ibadet halinde kalırdı. İnsanda Allah'ın yüce varlığına duyulan ibadet hissi, ruhdan gelir. Eğer nefs, ruhun yüzeyini tamamen kapatırsa, bu ibadet hissi farkedilmez ve bu takdirde ruh, büyük bir azaba düşer. Namaz kılanlarda ruh, selametli bir huzur ve felah içindedir. Ezanda, hu yüzden “Hayya Alel Felah” müjdesi vardır.
Namazın en mucizevi sırrı nefse yöneliktir. Bir türlü dizgine gelmeyen nefs, okunan Fatihanın şifa sırrı ile çirkinliklerden kurtulur. Secdede o menhus gururunu kırar, insana yakışan çizgiye gelir. Nefsin, namazın bu esrarlı sırrında ulaştığı hidayeti sürdürebilmesi için infak etmesi mecburidir. Aksi takdirde namazın insana sağladığı yücelme, devamlılığını kaybeder. İmanı saksıda açan bir çiçeğe benzetirler. Namaz ona verilen suya, infak ise ışığa benzer. Su ve ışıktan mahrum çicek nasıl kurumaya mahkumsa; namaz ve infakdan mahrum insan da sönmeye mahkumdur. Ne' var ki insanın nefsi, imandaki bu sönüşü uzun süre saklar. İman ettiği halde ibadete yanaşmayan insan, işin farkına çok defa iş işten geçtikten sonra varır.
İnsan nefsi, ibadete bir türlü yanaşmadığı gibi, insanı ondan tamamen uzaklaştırmak için de çeşitli mazeretler bulur. Ve özellikle ibadet eden bazı kişilerin ibadetle yücelmediğini göstererek bu tuzağı hazırlar. Bu hususu iki noktada cevaplamak gerekir.
a- Bir insan ibadet ettiği halde yücelemiyorsa, bir şeyi eksik yapıyordur. Mesela namaz kılıyor, fakat infak etmiyordur.
b- Bir kimse askeri eğitim gördüğü halde savaşta yenilirse; bu insan örnek alınıp da, askeri okullar kapatılsın, denemez. Aynen bunun gibi, ibadetle yücelmediğini sandığımız kişilere bakarak ibadetten vazgeçilemez.
İbadetlerdeki diğer bir husus da, ibadetle yücelmeyi beklemek ve ondan maddi ve manevi bir fayda ummaktır. Bu bekleyişler insanı hataya düşürür. Çünkü ibadet, insan olmanın soluk almak gibi vazgeçilmez bir parçasıdır ve sadece emredildiği için ve Allah rızası gözetilerek yapılmalıdır.
İbadetten, ahirete ait olsa bile bir menfaat beklemek, onun ihlasını kaçırır. Yapılan ibadetle gururlanıp kendine paye çıkarmak fevkalade yanlıştır. Ve nefsin çirkin bir oyunudur.
İbadetin çok önemli bir hikmeti, topluma getirdiği huzurdur. Bir toplumun özellikle birlikte yaptığı ibadet (cemaat namazı) o toplumda kenetlenme ve sevgi meydana getirir. Selçuklu ve Osmanlılar bu sayede asırlar boyu yaşamış ve her türlü iç ve dış şerlere karşı koyabilmiştir. Bir toplum ibadet ehli ise, o toplumdaki fertler her türlü şahsi sıkıntılardan kolayca kurtulur. Dertler cemaatlerin ısrarlı yardımlarının yanısıra maddi ve manevi güçleri sayesinde yok olur. Milletimizin içinde bulunduğu sıkıntıların en büyük sebebi, ibadetlerde ve sevgi bağlarında gösterdiği zaaftır.
Yoksa bu mübarek millet bugünkü şartlardan çok daha ağırlarını asırlar boyunca kolaylıkla atlatmıştır. İbadetler konusunda günümüzde çok yanlış bir slogana etmek istiyorum. Çağımızda birçokları:
“Efendim önemli olan kalp temizliğidir. Benim kalbim temiz, o yüzden ibadete gerek duymuyorum.” diyebiliyorlar:
Gerçekten asıl olan kalp temizliğidir. Ne var ki eğer bir kalbde hakiki temizlik varsa, bir dakika içinde kendini namaz seccadesinde bulur. Temiz olduğunu iddia eden bir insanın kendini su başında, lavaboda veya banyoda bulması gibi. İbadetler konusunda bir başka yanlış slogan da:
“Ben karıncayı bile incitmedikten sonra ibadete ne lüzum var?” saçmalığıdır. Bunlara verilecek cevap:
İbadet etmeyen insan, karıncayı incitmemiş olabilir. Ama bu durumda ibadetleri emreden Rabbini ve o emirleri insanlara tebliğ etme vazifesiyle gönderilen Peygamberleri ve hususen Fahr-i Kainat Efendimiz'i (sav) incitmiş olmuyor mu?
Her insanı Allah'a yakın olma iştiyakı vardır. Duasının kabul olması için herkes çabalar, ne var ki bunun anahtarı da ibadetlerdedir. Namaz ve infakını yerine getiren bir insan, her şeyden önce devamlı dua halindedir. Çağımızın en ünlü matematik ustası Martin Gardner, son eserinde bakın ne diyor:
'Heisenberg'in belirsizlik teorisine göre, hiçbir hadisenin gerçeğini önceden tayin edemeyiz. Dua bu belirsizliği yok eden ve kaderimizi Allah' ın (cc) yüce kudretine havale eden tek yoldur.”
İbadetlerdeki en önemli noktalardan biri devamlılıktır. Bu yüzden ömür boyu abdest alıp namaz kılan kimse, vücudu için erişilmez bir sağlık sırrını da kazanmış olur.
Namazın çok özel bir sırrı, namaz emrinin veriliş tarzıdır. Bilindiği gibi namaz, mirac'da Efendimiz' e (sav) hediye edildiğinde, Efendimiz:
- Ya Rabbi, inanan salihlere de bu mutluluğu lütfet, diye niyazda bulunduğu ve Allah'ta (cc):
- O halde namaz kılsınlar, buyurdu.
Şu halde namaz, gaye itibariyle İlahi huzura intikaldir. Bu sayede insan, adım adım yücelir ve Allah' a yakın olur.
Allah'ın (cc) Efendimiz 'e (sav) olan sonsuz ihsanı ve ikramı hatırına, müminleri huzuruna kabul etme lütfü olan namaz'a karşı en ufak bir ihmalin ne kadar büyük bir şaşkınlık olacağı aşikardır. İlahi nimetlerin bol bol ihsan edildiği bir bayram ziyafeti olan namaz'a karşı gösterilecek tembellikler, tek kelimeyle nasipsizliktir.
Namaz, kainatın en yüce davetidir. Ve hadiste de belirtildiği gibi “dinin direği''dir. Nefsin cılız ve sahte mantıklar ile kurduğu tuzaklardan şiddetle kaçarak namaza koşan her insan, ebedi saadete namzettir.
Onk. Dr. Haluk Nurbaki