29 Nisan 2010 Perşembe

EŞCİNSELLİK DOĞUŞTAN....

Herkes sadece Ali Bulaç'ın üzerinde tam tam çalmakta, oysa Çok Farklı programına katılan diğer konuklardan bazıları da "Eşcinsellik toplumda özendiriliyor... Sonradan olma homoseksüeller ortalığı kaplayacak..." mealinde konuşmalar yaptılar...

Bu konu Bülent Ersoy konusunun ötesinde de önemli...

Cemil İpekçi, Ali Bulaç'la konuşurken "sonradan olma homoseksüellik diye bir şeyin olmadığını" söyledi...

Ama programın o ateşli atmosferinde bu sözler kayboldu gitti...

***

Köln Üniversitesi Genetik Bölümü'nde görevli okuyucum Mehmet Saltür "gayet bilimsel" bir mail gönderdi bana dün...

Eşcinsellik doğuştan mı, yoksa kültürel şartlarla gençlerin sonradan özenmesiyle olabiliyor mu sorkusunu bilimsel verilerle yanıtlıyor...

***

"Eşcinsellikte su ana kadar kabul edilen teori Sigmund Freud'un tanımıydı" diyor, "Bu kurama göre eşcinsellik, erkeklerde koruyucu bir anne ve ona uzak duran bir babadan tetiklenen bir durumdu... Ancak bunun tamamen yanlış olduğu ortaya çıktı günümüzde" diye açıklıyor...

Peki nereden kaynaklanıyor eşcincellik:

İşte Köln Üniversitesi Genetik Bölümü'nun uzmanlarından Mehmet Saltürk'ün açıklaması...

***

"Eşscinselliğin, erkek çocukların doğum sırası ile ilgili oldugu artık neredeyse kesin gibidir.

Her erkek çocuğun doğumu, kendisinden sonra doğacak erkek cocugun eşcinsel olma ihtimalini yaklasik olarak % 3 - 4 oranında artırmaktadır.

Daha önce erkek çocuğa hamile kalmış, bir anne, doğuracağı yeni bir erkek çocuğun eşcinsel olma ihtimalinin kuramsal olarak ilk erkek çocuğa göre daha fazla olduğunu bilmelidir...

***
Erkek embriyo Y kromozonundaki üç adet Gen Anti-müller hormonu şifreler...
Anne de buna karşı Histocombatibliyt antikoru olusturur...

Annenin her erkek çocuğa hamileliğinde vücudundaki Histocombatibilyt Antikorunun konsantrasyonu artar...

Annenin oluşturduğu Antikor erkek çocuk embrosunun beyninin erkekleşmesini engeller.

Genital olarak erkektir ama beyinsel olarak erkekleşemez...

Bu onların diğer erkeklerden hoşlanmasını, kadınlara karsı ilgisiz kalmasını sağlar..."

***
Mehmet Saltürk'ün açıklaması ne söylüyor?..

Genetik olarak annenin koruyucu amaçla salgıladığı Antikor'un konsantrasyon oranının artması durumunda erkek çocuk embriyosunun erkekleşmesinin engellendiğini söylüyor...

Bu durumlarda kişi genital olarak erkek, beyinsel olarak "erkekleşmemiş" oluyor...

Bunu uzun uzadıya aktarmanın nedeni ise başka:

Türkiye'de muhafazakarlık ya da dincilik adı altında, "homoseksüellik palazlanıyor... Özendirilerek gençlerin gay olmasına yol açılıyor..." diye bir propaganda yapılmakta...

Propaganda sadece propaganda olarak kalsa iyi, oysa bunun üzerinden kısıtlamalara ve hedef göstermelere kadar varıyor işler...

***
Eşcinsellik, dünyadaki her toplumda, her sosyal grupta, her din, her kültürde aşağı yukarı aynı orandadır... " diyor Mehmet Saltürk...
"Kimi toplumlarda çok, kimilerinde az görünür olması, aslında sadece toplumun eşcinselliğe toleransı ile ilgili bir durumdur.

Yani oran aynıdır...
Ama bazı toplumlar eşcinsellere cok büyük bir "mahalle baskısı" uyguladığından, eşcinselliğin o toplumlarda az görünen bir durummuş gibi algılanmasına neden olurlar... "şeklinde son veriyor mail yoluyla gönderdiği makalesine...

Makaleden çıkan sonuç şu ki, homoseksüellik öyle özendirmeyle, bezendirmeyle çıkmıyor ortaya...

Varolan şey toplumdaki duruma göre ortayşa çıkıyor veya gizli gizli devam ediyor...

Hayatta insanların yaşam biçimlerinin özgürlüğünü savunmak " demokratlığın olmazsa olmaz " koşulu...

Ben isterdim ki, her konuda bireyin yaşam hakkını, giyim hakkını, inanç hakkını savunan " demokrat " beyinler, bilimsel veriler ışığında herkesin cinsel ayrımına da aynı saygıyı gösterebilsin...

www.teosophy.com

27 Nisan 2010 Salı

GÜÇ EŞİĞİ......

NİLGÜN NART
Tekâmülün en can alıcı eşiği; “güç-güçsüzlük” olgusunun ne olduğu veya ne olmadığının anlaşıldığı ve kavrandığı yerdir.

Güç Eşiği; iki realiteyi birbirinden ayıran, sonsuz bir uçurumun üstüne kurulmuş, dar ve uzun manalar köprüsüdür.

Köprü sübjektif algımıza göre yapılanmakta ve kendini yaratmaktadır.

Ne isek O Ol’duğumuzda, köprünün üzerinden yollar peydah olur yüksek Âlemlere bağlanan ve cenneti yeryüzüne indirdiğimiz ve cenneti burada yaşabildiğimiz. Bu nedenle insan bir kapıdır; her konuştuğunda, düşündüğünde ve söylediğinde, cennet veya cehennemlere açılan.

İsa’nın dediği gibi bizler tüm yaşamımızda, ister bilelim ister bilmeyelim, düşündüklerimizden de sorumluyuz. Çünkü evrenler bağdaşıklık prensibinde birbirine bağlanmış yekpare Bir Bütündür.

Ne isek O olamadığımızda, güç eşiği köprüsü uzar incelir, dünyanın bin bir türlü tasası endişesi ve çarpık görüntüsüyle dolar.

Neysek O Ol’mak önemlidir. Ne isek O Ol’duğumuzda gerçeğizdir. Burada sonsuz kabul ve şükran vardır. Ve diğerlerinin de ne iseler O Ol’malarına derin bir izin veriş vardır. Ve bu şefkattir.

Güç Eşiği, ne isek O Ol’duğumuzda kolaylaşan ve aşılabilendir.

Bundan öncesi, illüzyon boyutundaki, nefs kabında toplanmış gölge kişiliğin kendine çektiği ve deneyimleyerek sanrılarını tüketerek, Evrensel yaşamdaki gerçek yerini ve yaşamını -Hak- etmeye çalıştığı sınavlardan ve derslerden ibarettir.

Ol’duğumuzun anlamı; içsel gücü keşfederek bu güç içine yerleşmemizde ve her seferde yine bu güç içindeki yerleşikliğimizde, dengelenmemizde yatmaktadır.

Aslında büyümek- derinleşmek- genişlemek, doğal bir arzudur ve maddesel formda evrimle gerçeklenir. Varlık maddesel formlarda belirli bir evrim seviyesine geldiği zaman, evrimleşmiş maddesel formun, yüksek boyutlarla birleşmesi sonucu açığa çıkan ve o mekâna - zamana ait -Bilincin; madde içinde büyümeye başlaması ile tekâmül yolu da başlamış olur. Burası Güç Eşiğinin aşılmaya başladığı yerdir.

Fiziksel büyüme, evrimseldir, ruhsal büyüme tekâmülseldir. İki adımlı büyüme, kendi özgün boyutlarında, en yüksek seviyesine geldiği zaman, devrimsel bir sıçramayla bir üst siklusun dönemecine adım atılır ve yeni bir -varoluş- kendinde sabitlenir. Mayaların 2012 takviminde insanlık için gördüğü ve kehanet ettiği zamanların sonu; yeni bir varoluşun yaratılması ile alakalı bir siklus sonudur.

İnsanlığın, evrensel varoluş hakkını elde edeceği ve Güç Eşiğini geçerek yaratacağı bir gerçekliktir.
Herkes kendi Güç Eşiğini geçtiğinde, aynı gerçekliğe çıkacağız. Birlikte doğacağız.
İllüzyonun, dualistik görüşü gereği, düşük titreşimdeki dünya mekanında olanlar ile yüksek titreşimli Alemlerde olanlar tam tersi değerlerde yapılanmaktadır. Dünyanın -değersizinin- üzerine dünya hayatınca sarf edilen emek ve sevgi ile kumlar inci tanesi olmakta ve üst alemlere çıkışın biletleri olarak değerlenmektedir.

Dolayısıyla illüzyon ortamının, neye sahip olduğuna ve -kim- olduğuna dayanan güçleri, tekamül yolculuğunda yüksek Alemlerin titreşimlerinde maden ve manen çözünmektedir.

Yükseliş yolculuğunda, neye sahip (çözündüklerimiz) çıkma istersek, sınavımız olacaktır. Sahip olmak ve sahiplenmek düşük boyutların deneyim aracıdır. Hiç kimse aslında hiç bir şeye sahip olamaz. Çünkü sahip olacak hiçbir şey yoktur. Bütün akış olduğundan her şey gelip geçicidir; değişir ve görecelidir.

Sahip Ol’mak tutmak demektir. Sahip olmak istediğimizde ve tutmak istediğimizde akmıyoruz, akmak istemiyoruzdur.
Tutunmak; dışsal güç yaratmak ve dışa tutunmakla alakalıdır. illüzyonu sürekli var kılmaya çalışmaktır.
Ne kadar dışsal güç istersek o kadar içsel güçten (sevmekten) yoksun kalırız.

Ve o zaman bilinmektedir ki; güç sandıklarımız ve gücümüzü yüklediklerimiz, aslında bizi güçsüzleştirenlerdir.

Güç güçsüzlüğü görebilende ve zaafları bırakabilendedir.

Güç, kumları, inci tanesine dönüştürebilendedir.

Güç; sevgisini emeğini, birlikte doğduğu insanlıktan esirgemeyendedir.

Akmak için bırakmak ve değişimi kabullenmek gerekir. Akışta ise sadece kalıcı olan ve hep bizde Ol’an -kendimizi- ve kendimizde Ol’an ne isek O Ol’abiliriz.

İçeriye odaklanmak ve içerde kendimiz Ol’an güce yerleşmektir.

Güç; sevgi Ol’An kendimiz Ol’maktır.

Gücün tanımı aslında sevginin tanımıdır.

Evrende; ne kadarını, nasıl sevebildiğimiz, gücümüzü belirler.

Evrenseller boyutlara genişlemeye varolanla birlikte akmaya ve zamansızlık boyutlarında yaşamaya -gerçek yaşama- başlarız.

Evrensel akışta olmanın ve zamansızlığın yaşam biçimi olan rasgelelik sahiplenmeyi yapışıp kalmayı ve katılaşmayı içermediğinden, süreç içinde; akışkan olanlar zamansızlaşır, bırakanlar akışla birlikte büyür ve genişler.

Akışla birlikte görünüşler ve manalar değişir.

Bütünleşir ve derinleşir.

Zaman kapanışlarında yaşanan, hızlanma ve üstümüze yığılan bu kadar kaos - karmaşa içinde etrafımıza yağan ışık ve lutfun kıymetini bilerek, kendimize emek vermemiz ve ataletin içinden çıkarak ilerlemeye devam etmemiz, iyiden güzelden hayrdan kendimizi yeniden yapılandırmamız, yolumuzu her adımımızda kolaylaştıracaktır.

Ayırt etmeden tevazu içinde dünyada olan her şeye sevgiyle emek vermek ve eylemlerimizi Bütünün hayrı yönünde eylemek, bizi içsel güce götürecektir.

Sevgiden ve kendimizden başka hiçbir şeye ihtiyacımız yok. Biz şimdi buradayız. Ol’abileceğimiz sadece ve sadece -kendimiz- Ol’maktır.

Kendimize ve sevgiye odaklanmamız yeterlidir.

O Ol’An; An’da her şeyde ve hiçbir şeyde Ol’abilen kendisidir.

Güç; An’da -kendimiz- Ol’abilmektir.

Güç; An’da, noktadan, çeperlere kadar; her şeye sevgiyle yansıyabilmektir.
http://indigodergisi.com

21 Nisan 2010 Çarşamba

İŞLENMİŞ YİYECEKLERDEKİ UZAK DURULMASI GEREKEN (9) DÜŞMAN....

Çeviren : Hülya Altınkaya
Eğer beni tanıyorsanız benim bütün işlenmemiş yiyeceklerden yana olduğumu biliyorsunuzdur. Ancak, birçoğumuz zamanımızın kısıtlı olduğunda kaçınılmaz olarak paketlenmiş ya da işlenmiş yiyeceklere yöneliyoruz.
Ailemize hızlı bir akşam yemeği için belki bir dondurulmuş hazır yemek ya da pizza alıyoruz. Belki bir nütrisyon barıyla oturup gerçek bir öğün yemek yiyebileceğimiz zamana kadar karnımızı doyuruyoruz. Belki de sadece yemek yapmaktan hoşlanmıyoruz.

Hoşumuza gitse de gitmese de, paketlenmiş ve işlenmiş yiyecekler yemek sanayimizin büyük bir bölümünü oluşturuyor ve, neticesinde, bir çok yiyeceğimizin bir bölümünü.

Fazlasıyla savunduğum markalar olmasına rağmen, çok daha fazlası tamamen sağlıksız ve “korkunç” olma sınırında. Sağlıklı gibi görünen birçok paketlenmiş yiyecek çoğu zaman katkı maddesi, koruyucu madde ve diyetinde olmasını istemeyeceğiniz başka maddeler içeriyor.

Seçerken her zaman içindekilerin az ve bilindik olduğu ürünler tercih edilmeli. Bir malzemenin sağlıklı olup olmadığını test etmenin en iyi yolu kendinize anneannem bunu tanır mıydı diye sormanız.Eğer cevabınız hayır ise, malzemenin doğal bir besin olmaktan çok yapay bir kimyasal olma ihtimali var.

Başka bir test ise malzemenin ismini kolayca telaffuz edip edemediğinizdir. Eğer düzgün bir şekilde telaffuz edebilmek için bir fen diplomasına ihtiyacınız olduğunu hissederseniz, kaçınılması gereken bir malzeme olma olasılığı var.

Bir şeyler atıştırma ya da yemek için işlenmiş bir gıda (herhangi bir konserve, paketlenmiş vs.) yemek durumunda iseniz, aşağıdaki tabloda listelenmiş malzemeleri içerenlerden uzak durmaya çalışın.

Çok kapsamlı bir liste olmamasına rağmen, bu malzemeler en fazla işlem görmüş ve en sağlıksız olanlarından birkaçı.

Renklendiriciler

-Renkleri canlandırmak için kömür katranından türetilmiş kimyasal bileşimler.

*Alerjik reaksiyonlar, yorgunluk, astım, deri döküntüsü, hiperaktivite ve başağrılarıyla bağlantılı.

Yapay Aromalar

-Doğal tatlara benzeyen ucuz kimyasal karışımlar.

*Alerjik reaksiyonlar, dermatit, egzama, hiperaktivite ve astımla bağlantılı.

*Enzim, RNA ve tiroidi etkileyebilir.

Yapay Tatlandırıcılar

(Acesulfame-K, Aspartam, Equal®, NutraSweet®, Saccharin, Sweet’n Low®, Sucralose, Splenda® & Sorbitol)

-Porsiyon başına düşen kalorileri azaltmak için diyet yiyecekler ve diyet ürünlerde bulunan çok işlem görmüş, kimyasaldan türetilmiş, sıfır kalori tatlandırıcılar.


*Metabolizmayı negatif bir şekilde etkileyebilir.
*Kimisi kanser, baş dönmesi, halusinasyonlar ve baş ağrılarıyla bağlantılandı.
Benzoat Koruyucular

(BHT, BHA, TBHQ)

-Yağları koruyan ve bozulmasını engelleyen bileşimler.


*Hiperaktivite, anjiyodema, astım, rinit, dermatit, tümör ve kurdeşene neden olabilir.

*Östrojen dengesini ve seviyelerini etkileyebilir.

Bromine Edilmiş Bitkisel Yağlar
(BVO)

-Bir çok sitrik bazlı meyve ve meşrubatlarda aroma artırıcı kimyasallar.


*Trigliserid ve kolestrolu yükseltiyor.

*Karaciğer, testis, tiroid, kalp ve böbreklere zarar verebiliyor.

Yüksek Fruktozlu Mısır Şurubu

-Şeker kamışı ve şeker pancarına ucuz bir alternatif.


*Hamur işlerinde tazeliği koruyor.

*İçeceklerde tatlılığı sürdürmek için kolay harmanlanır.

*Bedeni fruktozu yağa çevirmeye yatkın hale getirir.
*Tip2 diabet, koroner kalp hastalığı, inme ve kanser riskini artırır.

*Karaciğer tarafından kolay sindirilemez.

MSG

(Monosodyum Glutamat)


*Restoran yemekleri, salata sosları, cips, donmuş yemek, çorba ve diğer yemeklerde aroma artırıcı.

*İştahı artırır ve baş ağrıları, mide bulantısı, zayıflık, hırıltılı soluma, ödem, kalp atışında değişiklik, yanma hissi ve soluk almada zorluğa neden olabilir.

Olestra

-Başlıca kızartılmış ve fırınlanmış yemeklerde yağ yerine kullanılan ve bağırsakların sindiremediği bir madde.

*Kimi besinlerin emilmesini önlüyor.

*Gastrointestinal hastalıklar, ishal, gaz, kramp, kanama ve inkontinans ile bağlantılı.

Hamur İşlerine Katılan, Hidrojene ve Kısmen Hidrojene Yağlar
(Palmiye, soya fasulyesi ve diğerleri)


*A.B.D.’de 40.000 fazla yiyecek ürününde kullanılan endüstriyel olarak üretilmiş yağlar

*Diğer yağların çoğundan ucuz

*Kötü kolestrolü artıran ve iyi kolestrolü düşüren yüksek oranda trans yağ içeriyor, kalp hastalığı oluşma rizkine katkıda bulunuyor.

Kaynak :

Brett Blumenthal'in "GET REAL" and STOP Dieting! Copyright 2009 kitabından alıntıdır.
http://www.okyanusum.com/






20 Nisan 2010 Salı

ASTROLOJİ GERÇEĞİ.......

Bu yazı dizimizde sizlere bazı evrensel gerçeklerden,sonsuz, sınırsız Evren içerisinde milyarlarca galaksiden sadece biri olan Samanyolu Galaksisinin milyarlarca güneşinden biri olan güneşimizin ve onun çevresinde meydana gelen Dünya ile diğer gezegenlerin oluşturduğu sistemden, bu sistemdeki kosmos’dan yani düzenden bahsetmeye çalışacağım.
Olaya hangi boyuttan bakarsanız bakın, ister makro-galaktik boyuttan, isterseniz mikro-atom boyutundan, hepsinde de işleyen bir sistem ve düzenin varlığını görürsünüz. Zaten bu konularla bizzat uğraşan bilim adamları, öyle bir noktaya gelmektedirler ki, o noktada düzeni ve sistemi meydana getiren bir Bilinç’in var olduğunu tartışmasız kabul edip, bu ilahi sistem ve düzen karşısında mistik bir şaşkınlığa düştüklerini ifade etmişlerdir. Albert Einstein bir yazısında “Allah hiçbir şeyi tesadüfe bağlamaz, çünkü Allah zar atmaz.” demiştir.
Yani var olan her şey belli bir sistem, nizam ve düzen içerisinde cereyan etmektedir. Yaşadığınız boyutu şöyle bir değerlendirin, bakın. İsterseniz, siz buna ‘doğa kanunu’ deyin...Doğa kanunu diye bildiğimiz her şey gerçekte Allah sisteminin bir göstergesidir. Güneş sistemi içerisinde ve yeryüzünde meydana gelen pek çok oluşlar var. İşte bu oluşlar, ‘Burçlar’ dediğimiz mekanizmanın işleyişi ile meydana gelmektedir. Astroloji de bu mekanizmanın işleyiş tarzını anlatır.
Astroloji nedir, ne değildir? Bu kelime hepimizin kafasında bir takım şeyler uyandırır. Kimisi “fal” der, kimisi kulaktan duyma bilgilerle “benim burcum falanca burç, özelliklerim nelerdir ?” diye sorar, bazıları da“saçma ve safsata bulduğunu, ayağı yere basan konularla ilgilendiğini” söyler. Biz bütün bunları bir kenara bırakarak, önyargısız ve şartlanmasız şekilde bu ilmin ne olduğunu ve dinle olan bağlantısını araştırmaya çalıştık bugüne kadar. Elde edilen neticeler gösterdi ki, Astroloji hiç de herkesin düşündüğü gibi değil; hatta astrolog olarak bu ilimle uğraşan ve bunu meslek edinen kişilerin anlayış tarzından bile çok uzakta..
Araştırmalarımızın kökeni, her zamanki gibi Kur’an ve Hadislere dayanıyor. Bunun yanı sıra zamanında çok üstün mertebeler elde etmiş, Allah’a yakin kazanmış bazı tasavvuf ehlinin görüşleri de konumuza ışık tutmakta..
Astroloji’nin temeli çok uzun yıllar öncesine dayanmaktadır. Ta İdris Aleyhisselam zamanına..İdris Aleyhisselam bilindiği üzere, Adem ve Şit Aleyhisselam’dan sonra gelmiş üçüncü Nebidir. Kendisine otuz suhuf inmiştir. İlk yazı yazan O’dur. Terzilik sanatını O bulmuştur. Cihad için çeşitli harb aletleri keşfetmiştir. Babasının ve dedesinin kitaplarını çok okuduğu rivâyet edilmektedir. Yıldız ilmini geliştiren O’dur. İdris Aleyhisselam,kendisine Nebilik gelmeden önce de burçlar dediğimiz takım yıldızlardan gelen ışınların insanlar ve yeryüzündeki varlıklar üzerindeki etkilerini,bunlardaki nizamı, düzeni görüyor, bütün bunların bir yaratıcısı olduğunu yakin üzere biliyordu. Buyurmuştur ki, “Otuz yıl semavatı dolaştım, göklerde bulunan her şeyi gördüm ve anladım.” Daha sonra Nübüvvvet görevini ifâ etmeye başlamasıyla birlikte, sistemin işleyiş tarzını insanlığa tebliğ etmeye çalışır.
Ancak, o günkü insanların anlayış kapasitesi bu ilmi değerlendirmekten oldukça uzak olduğu için, saptırılır. Halk, Nebi’nin bildirdiği bu müşahedeler neticesinde bakar ki Güneşin, Ayın ve diğer gezegenlerin tesirleri gerçekten açığa çıkıyor, bu kez başlarlar bunlara tapınmaya...
Mitoloji’deki tanrıları hemen herkes duymuştur. Sevgi, güzellik, iyilik, savaş tanrıçası vb. gibi... Venüs’ün yapmış olduğu birtakım transitler ve açılarla iyiliklerin, güzelliklerin meydana geldiğini, Mars’ın transitleriyle savaşların açığa çıktığını, Jüpiter transitlerinde bollukların, Satürn transitlerinde ise darlıkların, kıtlıkların meydana geldiğini bizzat gören insanlar, Öz’lerindeki ilâhi güçten, irâdeden perdelenerek oluşumların direkt olarak bu gezegenlerden meydana geldiğini düşünmeye, yaşamlarına ona göre yön vermeye başlıyorlar. Tabii ki yeryüzündeki tek din olan İslam’da tanrılık kavramı olamayacağına göre, bu ilim gittikçe örtülüyor. Çünkü, ortaya çıkması hâlinde, yıldızlara tapınılması söz konusu...
Zaman içerisinde, Muhyiddin-i Arâbi, Aziz Nesefi, Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî ve yakın dönemlerde yaşamış olan Erzurumlu İbrahim Hakkı gibi Evliyâullah’tan bazı Zâtlar, bu ilmi açığa çıkarmaya çalışmışlar epey bilgi aktarmışlardır...
Ama buna rağmen, İslamiyette Burçlar ilmi gizlenip kapalı kalırken, batı dünyasında Astroloji adı altında yeniden gelişmeye başlamış, gerçekliği saptandığından konuya oldukça önem verilmiştir.Bugün özellikle Amerika ve İngiltere’de Astroloji ile ilgili üniversiteler kurulmuştur. Uzun yıllardan beri de tamamiyle gözlemlere, tecrübelere ve istatistiki verilere dayanan bir bilim dalı olarak geçerliliğini sürdürmektedir.
Ancak günümüzde dinden apayrı bir ilim gibi görülmekte... ilim olarak kabul etmeyenler de cabası. Biz zaten onları, hâlen maddecilik görüşü içindeki dar düşünce sahiplerini konu dışında tutuyoruz. Bırakın yüzyıllar öncesini, günümüz insanına bile yılların getirmiş olduğu şartlanmalardan dolayı bu ilmin içyüzünü anlatabilmek hayli güç. Çünkü çoğunluğumuz maalesef önyargısız bir şekilde olaya bakabilmekten, değerlendirebilmekten uzağız. Yakın geçmişe kadar eski topluluklardan İngiltere, Galler, Mısır ve İrlanda topraklarında yaşayan kavimlerin ilahları Güneş’ti. Daha II.Dünya Savaşı sonuna kadar Japonlar imparatorlarına Güneş Tanrısının yeryüzündeki temsilcisi gözüyle bakıyorlardı..
“Astroloji bir bilim mi, değil mi?” hiç bunun tartışmasına girmeyeceğiz. Çünkü batıda pek çok ülkede, bu işin ilmini almak üzere fakülteler açılıp yılın belli zamanlarında bazı kurumlarca astroloji seminerleri düzenlenirken, işe alınacakların yapacakları işe uygun olabilmesi için astrolojik haritalarının çıkartılıp tetkik edilmesiyle ilgili pek çok örnekler varken, günlük yaşamın bir parçası haline gelmişken, bizim burada bilim olup olmadığını tartışmaya kalkmamız, kendi cahilliğimizi ortaya koymaktan başka bir işe yaramaz.
Bu Astroloji okullarındaki veriler, binlerce yıllık geçmişe dayanan gözlemler, incelemeler ve istatistiki bilgilerdir. Bilim sebep-sonuç ilişkisine dayanır. Astroloji de birtakım sonuçları belli sebeplere dayandırır. Rastgele, uzaylıların verdikleri ilhamlarla yorumlanacak bir olay değildir. Fakat işin yüzeyselliğini görmekte olan, içyüzünü araştırmayan halkımız için hemen inkâr yoluna gitmek çok kolay...
Düşünen insan, araştıran insandır. Araştıran insan da, henüz tetkikine girmediği bir konu üzerinde kesin yargılarda bulunmaz.
Astroloji, en kısa tanımıyla içinde yaşamakta olduğumuz, algıladığımız ve algılayamadığımız Allah’ın sistemini, düzenini, onun işleyiş tarzını anlatan bir bilimdir.
Astrolojik tesirler, şu içinde bulunduğumuz boyutu, dünya yaşamını, maddi alemi etkilediği gibi, ölüm ötesi dediğimiz, beş duyuyla algılayamadığımız soyut alemde de geçerliliğini sürdürmektedir. Çünkü ölüm ötesine geçen, ışınsal ruh bedenle yeni bir yaşam türüne başlayan insan, dünyanın bir nevi ikizi de diyebileceğimiz ışınsal boyuta geçmektedir. Dolayısıyla Astroloji, hükmünü sadece bu dünyada değil, ölüm ötesinde de sürdürmekte. Şimdi bunun işleyişi nasıl oluyor, kısaca izahına geçelim;
Öncelikle Burç ne demektir? Burç adını verdiğimiz sistem, Samanyolu Galaksisi içinde bulunan, dairevi olarak dizilmiş on iki adet takım yıldızdan oluşmaktadır. Esasında bunların sayısı 14 olmakla birlikte iki tanesi diğer ikisinin arkasında kaldığı için (Akrep ile Yay burçlarının) kesişmektedir. Bu takım yıldızlar farklı sayılarda yıldızları ihtiva etmektedir. Kimisi 1 milyar, kimisi 400 ya da 600 milyon yıldızdan oluşmuştur.
Kur’an’da Büruc adında bir Sûre vardır. (Büruc, burç kelimesinin çoğuludur.) Bu Sûrenin birinci Âyeti, meâlen şöyledir;
“Burçlar sâhibi gökyüzüne...”
Ruhul Beyân tefsirinde, ünlü mutasavvıf İsmail Hakkı Bursevi yukarıdaki Âyeti şöyle açıklamaktadır; “Burçlardan maksat, en yüksek felekte bulunan on iki burçtur. Bu yıldızlara burç denmesi, köşklere benzemesinden ötürüdür. Zira, Ay oralarda konaklamaktadır. Ayrıca Araplara çölde gözükmelerinden dolayı da burç denmiştir. Çünkü burç, bir şeyin güzellikleriyle ortaya çıkmasını ifâde eder. Kadın teberrüc etti, dendiğinde güzelliklerini ortaya koymada burç gibi oldu denmiş olur. Fakat bu burcların çıplak gözle herkese gözükmesi mümkün değildir, Güneş, her sene, gökyüzünün yirmi sekiz yerine taksim edilmiş olan bu on iki burcun tamamından geçer, Ay ise her ay uğrar. Bu burçlarda pek çok faydalar ve insanlar için nice yararlar vardır...”
Çeşitli takım yıldızlardan gelen ışınların insanı ve diğer varlıkları etkilediği bugün çağdaş bilimin ispatladığı bir gerçektir. Yıldızlardan gelen ışınsal yayın insan beyinlerine ulaşarak değerlendirmeye tâbi tutulmaktadır. Böylece,insan beyinlerindeki ve diğer varlıkların hücrelerinin DNA ve RNA dizinlerini etkileyerek mutasyona neden olmaktadır. Ve bugüne kadar yeryüzünde meydana gelen mutasyon olaylarının temelinde, bu kozmik ışınımınlar bulunmaktadır .Yalnız, burada şunu vurgulamakta yarar var; kozmik ışınlar dediğimizde uzaydan gelen ve bilimsel olarak da tespitini yapageldiğimiz ışınlar değil, uzayın boyutsal katmanlarına ait olan varlıkların, yani eski tabiriyle meleklerin yaymış olduğu dalgalar anlamını kastetmekteyiz. Kozmik ışınlara eskiden melek denilmiştir. Çünkü melek kelimesinin kökü ‘melk’ olup, o da ‘güç, kuvvet’ yani görünmez enerji, ışın anlamına gelmektedir. Dolayısıyla, biz bu gelen tesirlere, ister ‘kozmik ışınım’ diyelim, ister ‘melek’ diyelim aynı şeye işâret etmiş oluruz. Bu demektir ki, kozmik ışınlar yani melekler, yapısı itibariyle belli mânâları ihtiva etmektedir ki, o mânâlar da Esmâ-ül Hüsnâ olarak bildiğimiz Allah’ın isimleridir.
Dünyamız, Güneş’ten gelen enerjinin sadece milyarda birini almakta.. Dünyanın en büyük teleskopları olan radyo teleskoplarıyla çok uzaklardaki titrek ve solgun yıldızlardan da radyo dalgaları gelmektedir. Radyo teleskoplarıyla gökyüzünü dinleyen uzmanlar, Güneş’imizin yanında hiç kaldığı, muazzam yayın yapan yıldızları keşfettiler. Bu yıldızların birçoğu da Samanyolu Galaksisi içerisinde yer almakta. Bize en yakın galaksi olan Andromedeo Galaksisi de oldukça kuvvetli ışınlar göndermekte...Astrofizikçilerin belirttiklerine göre, her cisim kendi sıcaklığı ile orantılı olarak bir ışın enerjisi yayıyor. Her yıldız bir güneştir. Gezegenler ise yıldız değil, yansıtıcı olarak rol oynayan gök cisimleridir.
Peki, bizden bu kadar uzakta olan yıldızlar nasıl oluyor da bizleri etkileyebiliyor? Bunlar işe yaramaz, sadece gökyüzünün birer süsü gibi kendi hallerinde varlıklar değil mi? Evet çoğunluğumuzun düşündüğü bu... Belki pek çoğunun aklında bu soru bile oluşmamış olabilir. Ama, durum sanıldığı gibi görünmüyor... Şimdi anlatacaklarımı batı Astrolojisi bile henüz saptayabilmiş değil...
Bugün bilimsel olarak tespitini yapabildiğimiz uçsuz bucaksız Evren, Mutlak Evrenin sadece bir noktadaki açılımından ibârettir; Mutlak Evreni 1 km lik bir uzunlukta farz edersek, onun belki 1 mm lik kısmındaki açılımıdır bugün bizim kavrayabildiğimiz Evren.. Dolayısıyla Evren deyince insanın Evrenini anlamalıyız, Mutlak mânâdaki Evreni değil. Bizim tespitini yapabildiğimiz Evrenin çeşitli boyut ve katmanlarında nice Evrenler var. Hatta, bugünkü incelemeler, tam kesinlik kazanmasa da, Paralel Evrenlerin varlığından bahsetmekte...
Yeryüzünde ve gökyüzünde beş duyu verilerimizle algılayabildiğimiz ya da algılayamadığımız tüm varlıklar mevcudiyetlerini Allah’ın Esmâ-ül Hüsnâ’sından alır. İstisnasız her birim, Allah isimlerinin mânâlarının belli terkipler hâlindeki görüntüsünden başka bir şey değildir. Kur’an’da da belirtilen üç ana sınıf olan insan, cin ve melek dediğimiz yapılar, Allah isimlerinin belli oranlardaki bileşimlerinden oluşmuş kombizasyonlardır. İşte bu takım yıldızların da ihtiva ettiği mânâlar söz konusudur. Bunlardan kimisi yirmi beş ismin terkibi iken, kimisi yirmi, bir diğeri ise on beş ismin bileşiminden meydana gelmiştir. Bu toplu halde bulunan yıldız kümeleri (burçlar), benzer frekansta yayın yapmaktadırlar. Yalnız burçların içerdikleri mânâlar terkip halindedir. Salt bir ismin mânâsını içermez. Arş’ın altı olarak bahsedilen, çokluk sınırının başladığı noktadan itibâren terkipsellik söz konusudur.
Burada şunları da ilâve edelim; çevremizde sonsuz sayıda ve dalga boyunda ışınlar dolaşıyor. Radyo, TV ve radar dalgaları, uzayın derinliklerinden gelen kozmik ışınlar, x ışınları, gama ışınları gibi...Fakat biz bunların hiçbirini göremiyoruz. Daha da önemlisi, insan beyinlerinden çıkan, çeşitli düşünceleri ihtiva eden dalgalar var ve bunların hiçbiri gözümüzün ağ tabakasındaki sinir hücreleri tarafından tanınmıyor. Ancak aynı frekansı tutturan kişiler, telepati yoluyla birbirlerine mesaj iletebilmekte. Bunlardan başka ağaçların, taşların, arabaların bile kendi sıcaklık dereceleri ile ilgili olarak yaymış oldukları bir radyasyon var. Bu yayılan radyasyon ise, negatif ya da pozitif bir biçimde bazı gelişmiş beyinler tarafından algılanabilmekte. Diğer kesim ise, bu olayın farkında değil...
Bu burçlar, yani 400 ya da 600 milyon yıldızdan oluşmuş takım yıldızların her biri birer birimdir. Ruhları da mevcuttur. Burçların ana ruhu olan meleklere din terminolojisinde Müheymin Melekler denilmiştir. Yani Kova burcu bir melektir, Balık burcu bir melektir, bunlar ana birimdir.
Esasında gerek insan ve beyin, gerekse varolan her şey meleklerden meydana gelmiştir. Meleğin aslı nurdur. Biz buna enerji de diyebiliriz. Tabii buradaki enerji kelimesiyle, varlığın özündeki salt enerjiyi kastediyoruz. Bugün algıladıklarımız ve çevremizde gördüklerimiz, algılama araçlarımıza göre o enerjinin yoğunlaşmasıyla meydana gelmiş ve çeşitli birimleri oluşturmuştur. İnsanın özü de, cin dediğimiz ışınsal yapılı varlıkların özü de melektir, yani enerjidir. Bu genel anlamda böyle... Fakat ifa ettikleri görevler, yani varoluş gayeleri açısından ayrı birimlerdir. Az önce bahsettiğimiz burçların ana ruhu olan salt birimsel melekler olduğu gibi, bu burçlardan gelen tesirler (mânâlar) dahi birer melektir ve her biri Allah isimlerinin mânâlarını ihtiva eder bir biçimde programlarının gereğini yerine getirirler. Bunlar sadece tek bir Allah isminin mânâsını içermez. Fakat terkibi yapısında bir ismin mânâsının ağırlıklı olarak çıkması, meleğin o isimle anılmasına sebep olmuştur. Örneğin, Kuddüs isimli melek, Mümit isimli melek vs...
Bu takım yıldızlardan gelen ışınımların gerçekte Allah isimlerinin mânâlarını ihtiva eden meleki tesirler olduğunu anladıktan sonra, gelelim insan beyinlerine...
İnsan beyninin aldığı iki türlü tesir vardır. Bunlardan birincisi, anne karnında iken, ikincisi de rahimden başını çıkardığı anda almış olduğu tesirlerdir. Bir kısım ışınlar anne karnında iken bebeğin beynini etkisini gösterirken, bazıları da rahimden çıkınca etkilemekte... Bunun nedeni, insanın aura dediğimiz koruyucu bir manyetik alanı olmasıdır. O manyetik alandan geçemeyen ışınlar, bebek başını çıkardığı anda etkiler ve beyin ikinci kez bu tesirlere maruz kalır, son programını alır. Artık bundan sonra, beyin dışarıdan başka tesirler alarak yeni açılımlar oluşturmaz.
Bu program artık kişinin bireysel kaderidir ve ölümü tadıncaya kadar onun gereklerini yerine getirir. Kader dediğimiz mekanizma, yani alın yazısı, hep beynin aldığı programla ilgilidir. Bu oluş Kur’an’da şöyle anlatılır:
“Yürür hiç bir mahluk hariç olmamak üzere, hepsini alnında çekip götüren O’dur.” (57/23)
Kaderimiz, gerek dünya, gerekse ölüm ötesinde sonsuza dek ne olacağımız Allah tarafından takdir edilmiştir. Kozmik ışınları yayan yıldızlar, tamamiyle Hak’kın emri, iradesi ve dileğiyle bütün bunları meydana getirmektedir. İşte Allah’ın takdirinin meydana gelmesi, zuhur etmesi de bir sistem ve mekanizma içerisinde olur. Yani yıldızlar, sadece Hak’kın iradesinin açığa çıkmasında bir sebep ve vesile olmaktadır. Çünkü hiçbir şey rastgele oluşmaz. Allah’ın sisteminde tesadüflere asla yer yoktur. Yeryüzündeki her olay, bir şeyin başka bir şeye vesile olmasıyla meydana gelmektedir. Böylece, Allah’ın takdirinin sistem içerisinde nasıl ve ne şekilde oluştuğunun daha iyi anlaşılabilmesi de, ‘Burçlar ilmi’ dediğimiz, bugünkü ifadeyle Astroloji ile mümkün olmaktadır. Aksi taktirde, sistemi kavramaktan uzak bir düşünce tarzı, insanı şirke götüren ve bütün bu oluşların ötesinde de varolan bir Tanrı’nın varlığını gerektirir.
Bu ilmi bilmenin, öğrenmenin bize ne gibi faydası var? Yeryüzünde meydana gelen birtakım oluşumların negatif tesirlerinden kendimizi azami derecede koruyabilmede sistemi “oku”mak ne kadar önem arz ediyorsa, sistemi daha rahat bir şekilde “oku”yup değerlendirebilmek için de Astrolojinin bilinmesi o kadar önem arzetmektedir. Siz derseniz ki, “benim Kur’an ‘da bildirilen bazı çalışmaları yapmam için sistemi Astrolojik olarak okumama gerek yok, ben ne emredildiyse onu yaparım..” Söyleyecek zaten fazla bir şey yok. Siz elinizden geldiğince, gerekeni yapıyorsunuz. Ama bazı düşünen beyinler de var ki, onlar kendini tanıma yolunda bazı çalışmaları yapabilmek için pek çok hususu sebepleriyle sorguluyorlar. Bizim hitabımız bu kişileredir zaten. Sizlere nasıl anlayışla yaklaşıyorsak, onların sorularına yanıt verebilmek de oldukça önemli...
Kısaca bir iki örnek verelim; Rasulullah Efendimiz’in, Ay’ın (gökteki Ay’ın) 13, 14 ve 15. günlerinde oruç tutmayı tavsiye etmesi, dargınlıkların üç günden fazla sürdürülmemesi gerektiğine dair sözleri, güneş ve ay tutulmaları esnasında namaz kılmayı tavsiye etmeleri, divan toplantılarının on dördünü on beşine bağlayan gecede yapılması ve benzeri Hadisler hep Ay’ın, özellikle dolunay pozisyonunun yeryüzüne göndermiş olduğu radyasyonla ilgilidir. Sizin Astroloji ile uzaktan yakından bir ilginiz yoksa, bu ve buna benzer Hadisleri anlamaktan ve gereğini tatbik etmekten uzak kalırsınız. Hatta ayın 13, 14 ve 15. günleri derken, siz tutup miladi takvim günlerini dikkate alır, yaptığınız işin amacına yönelik olmasından uzak düşersiniz...
Peki; Ay, Güneş ve diğer gezegenlerin yansıtmış olduğu mânâların, günün saatleri üzerinde de etkili olduklarını biliyor muydunuz? Arzu edenler,gereken bilgileri Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın tam metin tercümesi olan Marifetname isimli eserinde bulabilirler. Bu bilgileri yaşamınıza tatbik edebildiğiniz oranda her şeyin ne kadar olurunda gittiğini bizzat kendiniz tespit edebilirsiniz. Ayrıca Ay’ın burçlarda dolandığı 2,5 günlük süre içerisinde, hangi burçta iken neler yapılması gerektiği de özet olarak aynı eserden bulunabilir.
İnsan beyni, dünyanın hangi yöresinde ise ve o sırada dönüşü itibariyle hangi burçların tesirini güçlü olarak alıyorsa, o dalga karakteristiğinde programlanır. Beyin organik bir mekanizmadır. Bu mekanizma bedenin ürettiği bioelektrik enerjiyi değerlendirmek suretiyle belli yorumlara gider. Fakat değerlendirme programı, dışarıdan gelen kozmik ışınlar tarafından programlanır. Ana oluşum devresinde sadece burçlardan değil, Güneş Sistemindeki planetlerden de gelen dalgalar söz konusudur. Yansıtıcı görevi yapan bu planetler, bulundukları burçlardan gelen mânâları yansıtırlar.
Burçlar adını verdiğimiz takım yıldızların Allah’ın belli isimlerine haiz yapılar olduğundan bahsetmiştik. Esasında maddenin öz boyutuna indiğimiz zaman, salt enerji kütlesiyle karşılaşırız. Yani varolan her şey enerjiden meydana gelmiştir. Enerjinin de özü olan mânâlar da belli frekanstaki dalga boylarıdır. Bu enerjinin yoğunlaşmasıyla, belli mânâları ihtiva eden yıldız toplulukları yani burçlar, daha sonra da, ağırlıklı olarak bir burçtaki karakteristik mânâların etkisiyle programlanmış planetler meydana gelmiştir. Böylece her planet bir burçtaki mânâlarla ağırlıklı olarak programlandığı için,o burcun yönetici gezegeni olma vasfını kazanmıştır. Bu planetler de ileride daha kapsamlı olarak açıklandığı üzere, insandaki bazı özelliklerin açığa çıkmasına sebep teşkil etmektedirler.
Böylece gerek yıldızlardan gerekse planetlerden gelen tesirleri alan beyin istidadını eldee der. Fakat bu istidadın yani yönelimin hangi konular üzerinde olacağını belirleyen,o kişideki genetik verilerdir. Yani anne-baba ve atalardan gelen genetik veriler, ancak uygun frekanslardaki kozmik tesirler yoluyla açılım alabilirler. Bu veriler eğer uygun açılım alamazlarsa, sonraki nesillerde uygun bir beyin bulana kadar kapalı kalırlar, açığa çıkamazlar.
Genetik bilgilerdeki istidat, burçlardan gelen tesirlerle programlandıktan sonra, bir de o istidadı açığa çıkarabilecek kabiliyetin oluşumu söz konusudur. Bu da tam doğum anında, annenin manyetik koruyucu alanından başını dışarıya çıkaran bebeğin, o anda doğu ufkundan yükselmekte olan burçtan gelen tesirleri çok güçlü olarak almasıyla meydana gelir. Yükselen burç olarak tabir ettiğimiz bu oluşla kişi son programını alır ve kendisinde açığa çıkabilecek kabiliyet böylece programlanmış olur.
Farklı genetik bilgi, farklı istidat ve kabiliyet üçlüsünün açığa çıkarttığı öylesine geniş kompozisyonlar söz konusudur ki, yeryüzünde aynı programlanmaya maruz kalmış iki birim bile mevcut değildir. İstidadı vardır, kabiliyeti yoktur ya da kabiliyeti vardır, istidadı olmayabilir. Her ikisi de vardır ya da her ikisi de yoktur. Genetik bilgileri müsaittir veya müsait değildir vs...Aynı anda, kısa sürelerle doğan ikizlerde bile farklılıklar söz konusudur. Mesela, hızlı hareket etmekte olan ay, ikinci bebeğin doğduğu anda burç değiştirmiş olabilir. Bununla birlikte genetik bilgilerin açığa çıkışı da farklılıklar arz edecektir.
Muhyiddin Arabi her bir burçta otuz ilim hazinesinin olduğundan bahseder. İşte hızlı hareket etmekte olan planetlerin aynı burcun farklı derecelerinde yer alması bile, yakın zamanlar içerisinde doğmuş olan ikizlerde çok bariz farklılıkların meydana gelmesine neden olabilir.
Böylece kişinin programlanmış beyin haritası ortaya çıkmış olur. Beyninde belli bir sistem ve mekanizma kurulmuş olur. Artık bundan sonra onun için programın gereğini oluşturacak bir yaşam geçerlidir. Yani birimin bireysel kaderi böyle yazılmış olur. İşte böyle bir mekanizma ve sistem içerisinde bütün varlığa eşit olarak gelen tesirler, ilk programlanma aşamasında birimlerin var oluş gayesi istikametinde değerlendirilerek yürürlüğe konuluyor. Kimin şansına, kısmetine ne düşmüşse o şekilde bir programlanmaya maruz kalıyor. Yani birimin kaderi yukarıdaki bir Tanrı tarafından oluşturulmuyor...
“Allah bütün mahlukatı karanlıktazulmet içinde halk etti, sonra nurundan saçtı. O nur kime isabet ettiyse hidayet buldu.” diyor Hadisi Şerif..
***
Aynı gün, yıl ve saatte dünyanın farklı yerlerinde doğan kimseler, nispeten birbirlerine benzeyebilirler. Ancak, yine de pek çok ayrıcalıklar söz konusudur. Bunlar doğum yerinin farklı olması ile birlikte yetişilen ortam ve aileden gelen genetik özelliklerdir. Daha sonraki aşamalarda kişiler, içinde bulundukları toplumun şartlanmaları ve değer yargıları ile bürünüp farklı kalıplara girerler.
Müh. Gül Özbek
KONU İLE İLGİLİ ÂYETLER
1- Yıldız ile hidayete ererler!.. (16/16)
2- Bütün yıldızlar emriyle faaliyettedirler.. (16/12)
3- Emri semadan arza nazil olarak, tedbir eder...(32/5)
4- Allah yedi kat göğü ve yerden de onların bir mislini yaratmış; emri aralarından nazil olmaktadır. (65/12)
5- Allah sizi yarattı ve düzenledi, biçimlendirdi...Dilediğince terkip etti...(82/7-8)
6- Hepsi de programlandıkları doğrultuda fiiller yaparlar. (17/84)
7- Kürsüsü, semaları ve yeri içine almıştır. Onların muhafazası, O’na ağır gelmez. (2/255)
8- Ve onlarla hidayete ulaşırsınız diye yıldızları var kıldı. (6/97)
9- Arş’a istiva eden... güneşi, ayı ve yıldızları emrine boyun eğmiş durumda yaratan Allah’tır. (7/54)
10- Şüphesiz ki Rabbiniz, gökleri ve yeri altı günde yaratan, Arş’ı istiva eden, emri tedbir eden Allah’tır. (10/3)
11- Semada burçları meydana getiren yücedir. (25/61)
12- Hiçbir canlı yoktur ki, Rabbim alnında çekip götürmesin...(11/56)
13- Her ecel ve vade yazılıdır. (13/38)
14- Yemin olsun ki, semada burçlar var kıldık. (15/16)
15- De ki, tümü de programları doğrultusunda fiiller yaparlar. (17/84)














8 Nisan 2010 Perşembe

İNSANIN BİN BİR TÜRLÜ HALİNİ,HASTALIK KATEGORİSİNE HPSETMEK İNSANLIK SUÇUDUR..!


Ayşe Arman

Sosyal psikolog Üstün Öngel... Farklı bir ses. Sivri bir ses. Adana'da kurduğu Psikolojik Yardım Derneği Türkiye'nin ilklerinden... Çevresinden çok övgü alıyor... Ailelere ve çocuklara evde destek programı uyguluyor...

Çok sıkı bir iş yapıyor. Aynı zamanda da antidepresanlar hakkında sert görüşler öne sürüyor. Adam kafadan karşı! Ve kafa atıyor! Kime? Psikiyatriye ve psikiyatristlere. İlaçların sorunu çözmediğini, üstünü örttüğünü iddia ediyor. O, öyle düşünüyor. Ama mutlaka karşı görüşte olanlar, farklı düşünenler de vardır. Bu sayfa onlara da açık. Önümüzdeki günlerde "Hayır kardeşim antidepresan faydalıdır!" diyen psikiyatristlerle de konuşmak isterim...
Depresyonda ilaç kullanımı çok mu yaygın?
- Hem de nasıl. İnkárın kol gezdiği, bilincin mumla arandığı bu dünyada, ilaç, elbette en büyük kolaycılık. İlaçla yasadışı maddeleri ayıran tek şey, birinin doktor eliyle reçete edilmesidir.
Siz ikide bir doktorların depresyonun d'sini gördüklerinde ilacı dayadıklarını söylüyorsunuz...
- Evet çünkü öyle yapıyorlar! Biz de bu çağdaş üfürükçülerin, doktor olduklarını sanıyoruz. Antidepresanlara ve genel olarak psikiyatrik ilaçlara da "çağdaş muska" diyebiliriz. Psikolog Kirsch üşenmemiş, tüm gizli arşivlere ulaşmış ve bulmuş: Ha boş tablet -plasebo- almışsın, ha antidepresan. Gerçekten de ilaç, sorunu tedavi etmiyor, sorunun üzerini örtüyor. İlacı bıraktığında -ki bir gün bırakıyorsun- sorunlar daha büyümüş olarak karşına çıkıyor.
Antidepresan kullanımı giderek artıyor mu, sizin böyle bir tespitiniz var mı?
- Türkiye'de 3 yaşında çocuklara bile verdiklerini görüyorum maalesef. Artıyor ve artacak da. Bu gidişin önüne geçilemez. En azından böyle bir sonucu görmeye benim ömrüm yetmez.
Ne demek istiyorsunuz? İlaç yazan bütün doktorlar kötü niyetli mi? Bu ilaçların hiç mi faydası yok?
- Klasik bir lafla cevap vereceğim: "Cehennemin yolları iyi niyet taşlarıyla döşenmiştir."
Bu ilaçların, hafifi, ağırı var mı?
- Ağırı var tabii. Felç edeni var, öldüreni var, intihar ettireni... Ama beynin neresine, hangi spesifik noktasına nasıl etki ettiği konusunda bilimsel kesinlik taşıyan bir araştırma yok.
Benim gördüğüm bir sürü insan Lustral alıyor. Ne gibi bir zararı olabilir ki?
- Daha önce de söyledim. Bu ilacın fizyolojik olası zararından çok, inkárı pekiştiriyor olması önemli. Antideprasan alınca kimse kendisiyle, yaşamıyla yüzleşmiyor, yüzleşemiyor, herkes kaçak...
İlaç nelere yol açıyor peki? Tepkisizlik mi? Sinirlenmemek mi?
- Evet. Mesela tecavüze uğramış ve içinde ciddi bir kızgınlık olan biri kuzu gibi oluveriyor. "Küntleşme" gerçekleşiyor. İlaç alırken bana gelenleri hemen tanırım. İfadesiz bir surat. Kapalı ve ne zaman patlayacağı belli olmayan bir bomba gibi tehlikeli...
İlacın insanın içindeki şiddeti artırdığına dair iddialar da var...
-Ne iddiası, bunlar araştırma bulgusu! Psikiyatrist David Healy 2000'den beri yaptığı sayısız araştırmayla bunu kanıtladı. İntihar ve yıkım eğilimi belli bir grup antidepresan kullananlarda tam 6 kat artıyor.
Sizin bildiğiniz böyle vakalar var mı?
- Geçen yıl Adana'da 15 yaşında bir kız, antidepresanları kullanmaya başladıktan bir hafta sonra intihar etti. O gençte daha önce de intihar eğilimi olabilir. Ama duyguları bunu yapmasını önlüyordu. İlacı aldığında, hem duygusuzlaşıyor, hem de ilaç onu harekete geçiriyor. Herhangi anlamlı bir amaç yok yaşamında, o da düşündüğü tek şeyi duygusuzca gerçekleştiriyor, intihar ediyor.
Bu son Başak olayında, genç kız, ilaç yüzünden cinnet geçirip annesini öldürmüş olabilir mi?
- Buna cinnet demek doğru değil. Annesiyle bir kaç saat önce tartışmış, odasına çekilmiş birinden söz ediyoruz. İlacın etkisi bence çok açık. Tam da psikiyatrist David Healy'nin sözünü ettiği durum. O kız ilaç altında olmasaydı, anlamlı bir psikolojik yardım almış olsaydı, anne-babasının ona yaşattığı kábustan kurtulmanın doğru yollarını bulabilirdi...
Başak olayında durum nedir: Zaten sorunluydu. Bir an geldi gözünü mü karartı? O normal bir insan, bir anda kendini kaybetti. Mi?
- Ailesinin ve psikiyatrinin kurbanı o...

Depresyon nedir, hastalık mı?
- Eski çağlardaki hayalet hikáyeleri gibi... Hayaletler ne kadar gerçekse, bir hastalık olarak depresyon da o kadar gerçek! Herkesin duygusal çöküntüleri, zorlanmaları, şıkışmaları, iç sıkıntıları olabilir, oluyor. Kimi gelip geçiyor, kimi uzun sürüyor, kimi arkadaş desteğiyle çözüm buluyor, kimi profesyonel destekle, kimi aşkla geçiyor, kimi de tam tersi aşkla daha da beter hale geliyor! İnsanın bin bir türlü halini, hastalık kategorisine hapsetmek bence insanlık suçu! Bırakın depresyonu, "şizofreni" dedikleri şeyin bile, hastalık olup olmadığı, hatta "ne" olduğu tartışmalı...
Çok sert bir yargı değil mi bu? Siz psikiyatriye karşı mısınız?
- Evet karşıyım! Tamamen bilim dışı olduğu düşünüyorum. Ellerinde depresyonu teşhis etmek üzere davranışsal ve duygusal semptomlar listesi var, ki o liste tıbbi bir liste değil, o listeye bakıp ilacı dayıyorlar. Oysa depresyon teşhisinin tıbbi tahlille, beyin inceleme teknikleriyle hiçbir alakası yok...
Hoppalaaa...
- Evet. Bu listedeki birinci belirti isteksizlik. İsteksizsen, depresyonda olabilirsin! Yok ya! Bakın, bunların hepsi insanlık hali. Ben zaten depresyon yerine "özgüven sarsıntısı" demeyi tercih ediyorum. "Özgüven sarsıntısı" da özellikle Batı'nın başarılı olma takıntısıyla besleniyor. Bizde de durum farklı değil, büyük şehirlerde depresyon, başarı hırsıyla kol kola geziyor.
Peki panik atakın depresyonla bir akrabalığı var mı?
- Panik atak, hepimizin aşırı kaygı diye yıllardır bilip konuştuğu şeyin, hastalığa dönüştürülmüş hali. Panik atakla yani "aşırı kaygı", depresyon yani "duygusal çöküntü" aynı şey değil ama evet birbiriyle ilişkili. İkisi de kendine yabancılaşmanın bir sonucu. Ama bu psikiyatrik kategorilerin hiçbiri, o insanın gerçekte ne yaşıyor olduğunu anlamamıza yardım etmiyor. Psikiyatrinin önceliği de anlamak değil zaten. Bu hastalık kategorileri, ilaç reçete etmeye hizmet ediyor. Demek istediğim şu: Psikiyatrinin hastanın derdiyle merdiyle gerçekten ilgilendiği yok, ilaç yazıyor sadece...
Depresyon ya da sizin deyiminizle "özgüven sarsıntısı" neden bu kadar yaygın?
- Eskinin hayat mücadelesi içinde böyle bir şeye yer kalmıyordu. Şimdi yaşam, eskiye göre daha kolay, ama çok daha karmaşık. İletişim olanakları o kadar yaygın ki, artık herkes daha fazlasını istiyor, daha iyi bir hayat arzuluyor. Eskiden ezilen kadın, kaderine kısmen razıydı, şimdi işler değişti hayatına sahip çıkmak istiyor, fakat zorlanıyor. Aşılması kolay olmayan engeller var önünde. O yüzden depresyona giriyorlar. Erkeklere gelince, onların dünyasında hırs, rekabet gırla gidiyor. Erkekler, açık etmeden, deyim yerindeyse yiğitliğe bok sürdürmeden, gizlice yaşıyorlar depresyonlarını. Kadınlar da bu erkek dünyasına eklemleniyor, ama kendini bularak değil, kaybederek ilerliyor. Tabii sonrasında da ağır bedeller ödeniyor...
Depresyon daha çok büyük şehirleri mi vuruyor?
- Evet. Büyük şehirlerin cehennemi de büyük! İç bütünlüğünü kuramamış, bulamamış, bulur gibi olmuşsa da kaybetmiş insanlar sıkıntı yaşıyor. Ve bu durumdan en çok çocuklar zarar görüyor. Hiperaktivite ile damgalanıyorlar. Bu da yaratılmış bir başka hastalık. Bu çocukların anne babaları, özellikle annelerin büyük bir çoğunluğu depresyon benzeri durumlar yaşıyorlar. İşte o anne-babalar, intihar eğilimini arttırdığı tescillenmiş antidepresanlar kullanıyorlar. Çocukları ise ölümcül riskler barındıran kokain eşdeğeri ilaçlar içiyorlar.
Depresyonun üstesinden gelinebilir mi?
- Elbette. Önce farkında olacaksınız. Sonra geçmişten bugüne yaşadıklarınızı ve kendinizi kabul edeceksiniz. Bilinç geliştireceksiniz. Yaşam biçiminizi değiştirme gayreti göstereceksiniz. Bunun için emek vereceksiniz. İnsan, bilinci ölçüsünde sorunlarına çözüm bulabilir. Bu bilinci kendi başına da oluşturabilir, profesyonel destekle de. Profesyonel destek için şimdilerde İngiltere ve İskandinav ülkeleri başta olmak üzere, özellikle çocuk, ergen ve gençlerde psikolojik destek öneriliyor. Yani psikoterapi...
Ben mesela, depresyona girip girmediğimi nasıl anlayacağım? Bir insan depresyona farkında olmadan girip çıkabilir mi?
- İnsan farkında olmadan bir sürü şey yaşıyor, yapıyor! İnsan, kendini tanımalı. Çünkü bu çok kolay bir şey değil. Güçlü yanlarını, zayıf yanlarını, geçmişten bugüne kişiliğinin hangi etkilerle oluştuğunu, kim olduğunu öğrenmeli. İnsan olmak, asgari bir emek gerektiriyor, bu emeği vermekten söz ediyorum. Hayat, elbette inişlerle çıkışlarla sürüyor, düz bir çizgide yaşayanımız var mı? Neden süreç olarak yaşamı, iyi ve kötü halleriyle kabullenmiyoruz? Nedir bu sürekli mutlu olmak, başarılı olmak, yukarda olmak, kazanmak takıntısı!
Bir dakika, bir dakika "gizli depresyon" diye bir şey yok mu?
- Kendi durumunu, yaşadıklarını inkár bu aslında. Erkeklerde daha belirgin bu durum. Diplere inmeyi kendilerine yediremiyorlar. Depresyon denilen şey, hep bu inkarla oluşuyor, inkarla besleniyor. Durumunu inkár edenler dünyasında ilaç, hiçbir iç muhasebe yapmaya gerek duymadan, bir şeylerin çözümünü vaat ediyor. Yanlış olan bu vaat. Tehlikeli, riskli hatta ölümcül olabiliyor.
Seks, depresyona iyi gelir mi?
- Sadece bedensel bir faaliyet olarak seks, hayır iyi gelmez. Dürtülerin doyurulduğu "performans" odaklı bir etkinlik olarak, bazen sorunu artırır bile. Çünkü iç bütünlüğün daha da kaybolmasına sebep olur. Örneğin, bir takım "uzman"ların, "Haftada şu kadar sayıda cinsel ilişki sağlıklıdır" gibi ifadeleriyle karşılaştığımda, benim böğrüme bir şey saplanır. Cinsellik, tensel-duygusal-düşünsel bir büyük buluşma olmaktan çıkarılmış, iki bedenin birbirini tatmin objesi olarak kullanmasına indirgenmiş durumda maalesef. Haa ama eğer ilişkiyi soruyorsanız, iyi gelir. Arada aşk varsa seks, iki insanın bir bütün olarak nefis bir buluşmasıdır ve çok iyi gelir...
Antidepresanın inanç etkisi
Irving Kirsch ise antidepresanların "plasebo"dan farkı olmadığını buldu. Basında da geniş şekilde yer bulan Şubat 2008 tarihli son araştırması bu ilaçlara bu koşullarda başta onay verilmemesi gerektiğini vurguluyordu. Plasebo (boş tablet) verildiğinde insanların iyileşmesine, kısaca "inanç etkisi" de denebilir. Tüm ilaçlarda yüzde 20-30 arasında plasebo etkisi görülür. Antidepresanlarda bu oran yüzde 85'e kadar çıkıyor.
Aantidepresan intihar ve saldırganlık eğilimini artırıyor
Antidepresanlarla ilgili en önemli kırılma noktası İngiliz psikiyatri profesörü David Healy'nin yaptığı araştırmalar oldu. Healy, intihar eğilimini azaltıyor diye reçete edilen SSRI (serotonin geri alımı engelleyicileri) grubu antidepresanların, aksine intihar/saldırganlık eğilimini artırdığını buldu. Haziran 2001'de gazetelerde, Amerika'da ilaç firması GlaxoSmithKline aleyhine sonuçlanan 6.4 milyon dolarlık davanın haberleri yer alıyordu. Firmayı, Don Schell'in damadı dava edilmişti. Don Schell, tabancasıyla önce eşini, sonra kızını ve torununu öldürmüş, ardından da kendini vurmuştu. Bu trajik olaydan iki gün önce, Schell'e, uyku problemi yaşadığı için Seroxat isimli ilaç verilmişti. Damat, kayınpederi Schell'i, Seroxat'ın şiddete ve intihara sürüklediğini iddia etmişti. Davadaki en önemli nokta, ilaç firmalarının daha önce gizli tutulan belgelerinin mahkeme kararıyla ve Healy'nin aracılığıyla kamuoyuna sunulmasıydı. Bu belgeler gösteriyordu ki, ilaç firmaları bu ilaçları kullananların yüzde 25'inin şiddet eğilimleri yaşadığını biliyorlardı ve uzunca bir süre bu bilgiyi saklamayı başarmışlardı.
Kaynak: Hürriyet