15 Aralık 2009 Salı

BALIK..........




...Mehmet Doğramacı - 19 Ağustos 2008
Derin sularda yüzermiş sevimli balık. Her sabah yakın dostları tembihlermiş sıkı sıkı:


“Sakın yüzeye yaklaşma, martı gagasında bulursun kendini. Sahile yakın da yüzme, oltaya bir takıldın mı, geri dönüşü
yoktur!”


Her gün gidenler oluyormuş martılara, oltalara, ağlara. Sudan ayrılanlara " öldü, yok oldu" derlermiş. Yüzeye giden arkadaşlarından geri gelmeyenler hayli çokmuş.




“Yok olmuş olamazlar, sudan ötede, bilmediğim bir başka yaşam olmalı” dermiş genel değerlendirmelerin aksine. O yaşamı merak edermiş hep, büyüklerin tembihi kulaklarını tırmalayıp, kalbine ürpertiler salarken. Ölümden korksa da, merakı gün be gün artıyormuş.


Yakın arkadaşlarına;
“Acaba suyun dışında nasıl bir hayat var, bir denesek ne çıkar?” dediğinde,


“Deli bu, kafayı yemiş, aman bizden uzak olsun” deyip, etrafını boşlatıvermiş dostları. Yapayalnız yüzüyormuş artık koca denizde.


Güneşin, dalgalarda billur armonilerle raks ettiği bir gün, enfes kokular almış uzaktan. Misk kokulu yiyecek az ileride sallanıyormuş. “Bir başka dünyanın ikramı bu” diye hemen o tarafa yönelerek şevkle atılmış.


İşte ne oldu ise o an olmuş! Ağzına saplanan iğne ile dünyası kararmış ve bir çırpıda kendini suyun dışında buluvermiş. Çırpındıkça artmış acısı. Feryadını kimse duymamış. Kocaman bir el, iğneden kurtarıp leğene atmış onu. Biraz nefeslenir gibi olsa da aldığı derin darbe ile oracıkta can vermiş.


“Her şey bitti, bundan sonrası yok artık, öldüm, bittim” diye sızlanırken her nasılsa dış dünyayı gördüğünü, sesleri işittiğini fark etmiş. Adam yürüdükçe sallanan kovadan bakınca, sudakinden çok daha geniş ufuklar olduğunu, engin gökyüzünü sezmeye başlamış.


“Yeni bir hayat, yaşasın, meğer deniz hapishane imiş, yaşasın, kurtuldum, cennetteyim” diye sevinç çığlıkları atası geliyormuş.


Sevinci mutfağa kadar sürmüş!... Evin hanımı özenle almış kovadan. Önce karnını yarmış keskin ve ince bir bıçakla. Sonra içinde ne varsa söküp çıkarmış dışarıya. Olanları seyrederken acıyla figan etmiş, oltaya geldiği andaki gibi… Kadın, adamdan daha zalimmiş!.. Hiç tınmadan işine devam etmiş… Bu esnada içinden çıkanlara bakmış balık ve söylenmiş:


“Meğer, ne çok pislik taşıyormuşum! Bunlarla mı yaşadım ben?!”


***


Tam eziyet bitti derken, tekrar suya tutmuşlar balığı. “İşlem tamam, bundan sonrası rahat olur” dediği anda, zehir gibi acı tuz sağanağı altında kendini bir tepsiyle sürüldüğü cehennem hararetinde buluvermiş… Kapak kapanmış, bağırsa da faydasızmış artık.


Çaresiz teslim olmuş. Yanmış, yanmış, yanmış!… Kızardıkça kızarmış her yanı!… Kızardıkça üzerinde kararan, dökülen derisine bakıp;


“İçimden hiç aşağı değilmiş dışımın pisliği!.. Ne çok ütülenecek yanım varmış, ne kadar da hammışım” demiş aşama aşama pişerken…


***


Fırından alınıp yemyeşil bir bahçe içinde servis tabağına konduğunda ;”Tamam işte, cennet burası, yemyeşil bahçeler, ohhhh değme keyfime!” diye gülüyor, bir başka görüyormuş etrafını. Ne adama, ne kadına kızıyor, ne de talihine kahrediyormuş artık.


Arınmanın hazzıyla içini öyle bir sevinç sarmış ki, masayı çevreleyen aile bireylerinin rızık neşesine o da ortak olmuş kendi halince. Evin genç oğlunun tabağına düşmüş tepsiden. Caner, iştahla ağzını doldura doldura çiğnerken, içi sızlasa da derin bir keyif almış.


“Bir insana gıda olacağım, birine fayda vermek ne güzel, ne mutlu bana” diye mırıldanmış.


Delikanlının ağzından masaya bakarken; gövdesinden çıkarılan iskeletine bakmış hayretle.
“Meğer beni dik tutan, diri kılan şey de atılması gereken bir çöpmüş!...” diye söylenmiş..


Söylenmiş söylenmesine de, hayretle karışık sevinci yine kısa sürmüş. Birden bire karanlık bir uçurumdan aşağıya asitli sular eşliğinde salınırken yeni acılara doğru sürüklendiğini üzülerek hissetmiş. Mağaraya benzeyen zifiri karanlık bir mahzende, dört bir yandan üzerine kaynar asitler dökülüyor, baş döndürücü bir çalkalanışla sarsılıyormuş.


Yeni bir arınma yaşadığını o an fark etmiş. Sahip olduklarının bir bölümü daha posa olarak atılıyormuş, kötü kokular gelen kanala doğru. Posadan ayrıldığında kendini, cennet nehirlerine benzeyen, kâh şelale misali dökülen, kâh girdaplar çizen, kâh derinlemesine akan kırmızı sularda bulmuş…


Ne kadardır bilinmez, çoookkk uzuuuun yollar aşmış… Öyle bir yayılmış ki her yana, kendindeki enginliğe parmak ısırmış! “Bu ben miyim?” dediği anda, gerçek ben ile tanıştığını anlamış bir delikanlının içindeki evren içre evrelerde.










Artık genç bir insanın beyninde düşünce, kalbinde muhabbet, gözünde ışık, elinde hüner, dilinde şarkıymış balık!… Daha neler değilmiş ki?!... Sayılamayacak kadar çok renge bürünmüş!..




Delikanlının gönlünden seyrettiği ufuklara nispetle denizi düşünmüş bir gün…
Genç, sahilde gurubu seyrederken, denizde arkadaşlarını görmüş uzaktan.


“Onsuz yaşayamayız, bizim her şeyimiz, canımız, kanımız, hayatımız” dedikleri denizin içini hatırlamış tekrar. Genç, gün batımına şiir yazarken diğer balıklara seslenmiş :


Heeeyyyy!
Durmayın orada!...
Kırın kilitlerinizi, çıkın oradan!
Burada yepyeni bir yaşam var, çıkın, n’olur çıkın!
Çıkın da, fark edin hapishanenizi!
Fark edin, kısıtlanmışlığınızı!..


Tabii duymamışlar onu. Duysalar da diyecekleri belli imiş:


Yazık oldu! Bir iğneye sattı özgürlüğünü!..
Yazık oldu! Heveslerinin kurbanı oldu, bitirdi kendini!
Yazık oldu! Erkence öldü, pek de gençti hani.


***


Kim ölü, kim diri?...
Kim köle, kim özgür?...


Uzun uzun açıklamak istemiş balık.
Ama nafile, işe yaramayacağını görmüş üzülerek.


İçini derin bir hüzün kaplarken, gözlerinden ufukları seyrettiği genç, güncesine şunları karalıyormuş:


Her şey yerli yerince…
Herkes, dünyasıNda mutlu...
Yada azap çekmede…
Fark etmek; sevincin de, acının da ötesinde bir gizemli ülke!...
Selam olsun, fark edenlere!
Selam olsun, kalabalıkların cennet sandığı cehennemden, seçilmişlerin cehennem zannedilen hakiki cennetine kulaç atanlara!...
Selam olsun, avcı suretiyle uzanan oltaya kendini bağışlayanlara!
Selam olsun, yeniden dirilmek için, ölümü göze alanlara!


Caner’in kaleminden sudaki arkadaşlarına seslenmiş balık:


Ahhh arkadaşlarım ahhhh! Bilseydiniz ölümün hayat olduğunu!
Bilseydiniz, acı ve bela gördüğünüzün arınma olduğunu!
Keşke bilseydiniz!..


Böyle içlenirken, her şeyin nasip işi olduğunu, ölümün ve hayatın, belanın ve nimetin, sevincin ve kederin ne kadar göreceli olduğunu fark etmiş, fark etmiş de, şükretmiş uzun uzun!...


Fark etmek en büyük nimetmiş. Fark etmek, kayıtlardan ebediyete açılmakmış!
Sudaki arkadaşlarından kimisinin "öldü", kimisinin "Üç kuruşa satıldı", kimisinin "Kendini harcadı" dediği o balık, Caner’in gözlerinde yeni bir CAN, yeni bir ER olarak yaşıyormuş.


Ölüm yokmuş ona, Caner’den sevdiğine, ondan çocuklarına, oradan da torunlarına doğru ölümsüzlüğe açıldığının farkındaymış!


Can içinde can olarak seyran edecekmiş alemleri!...


Mehmet Doğramacı
m_dogramaci@yahoo.com





Hiç yorum yok: