18 Ocak 2010 Pazartesi

AŞKIN SEBEPLERİ............


Çoğu aşıklar “Niçin âşık oldum?” sorusuna elle tutulur bir sebep bulamazlar. ‘Bir şey’ söyleyemez, ‘birçok şey’i birden söyler, ama yine de aşkının büyüklüğü karşısında o sebepleri çok küçük görür, “Ne bileyim, seviyorum işte!” der ve aşkını doğuran somut bir sebep söyleyemeyeceğini itiraf ederek susar, sadece manalı manalı bakar. Kimi zaman da “Kader! Allah yazgısı! Alınyazısı!” diyerek işi aslına bağlar. Belki en doğrusu da budur. Yani: Sevginin sebepler üstü sebebi kader yazgısıdır. Esasen kader bir sebep değildir, ama sebeplerle iş yapar, hükmünü icrâ eder. Sevginin ise üç ana sebebi vardır: Cemal, kemal ve ihsan!

Aslında aşk, ezelde takdir edilmiştir; ruhlar âleminden başlar, bu dünyada devam eder ve ölüm ötesi sonsuzluğa pervaz eder. Gücü yeterse, yani ilahî aşk bağlanırsa. Ruhlar âleminde birbirinin cemal ve kemalini görüp karşılıklı tanışıp sevişen ruhlar, bu dünya âleminde karşılaşınca, birden bire vicdanlarında gizli bir aşk bilgisi açığa çıkıverir, göz pencerelerinden birbirinin içine süzülüverir, sanki onu çok eskiden beri tanıyormuş gibi bir hisle, bir sevkle, kendisine ait olan özel bir şeyi yıllar sonra buluvermişçesine birbirleriyle sarmaş dolaş olurlar, bûse bûse koklaşırlar. Evet bir anda âşık oluvermelerin arkasında aşkın sebepler üstü sebebi olan ‘ruhlar âlemindeki o tanışma ve sevişme’ kaderi vardır!

Aşk o kadar büyük bir şey olur ki, “bazen” maşukun boyunu da geçer, ondan çok büyük bir hale ulaşır. Maşuk/sevgili, âşıkın kalbindeki aşkı içine alamaz, kuşatamaz olur; aşk, aşıklara büyük gelir. “Bazen” kaydıyla söylediğimiz bu cümle, esasen hemen bütün aşklarda sözkonusudur. Mecnun’un aşkı Leyla’dan büyüktür, Leylâ’nın aşkı da Mecnun’dan. Böyle bir durumda aşk’ı doğuran maşuktaki güzellik, mükemmellik ve iyilik gibi sebepler, aşkın gerisinde kalır ve aşk, yolculuğuna devam eder, büyür, büyür, büyür ve En Büyük, En Güzel, En Mükemmel ve En İyi’de itmi’nân bulur, istikrâr bulur ve istikamet bulur.
Kanaat-i âcizânemce, yangına dönüşmüş muhabbete aşk ismi verilir, “ateşli sevgi” yani. Halkımız arasında “kara sevda” denilen durum. Kabul etmeliyiz ki: Aşkın kimyasını çözmeden, fiziğini anlayamayız, hele hiç yönetemeyiz. Aşkı kökenlerinden araştırırsak, aslını görebilir, aşıkları doğru anlayıp hayra yönlendirebiliriz...

–Bile bile aşk vartalarına düşüp düşüp kalkanlara Allah merhamet etsin!-

İnsan niçin/nasıl aşık olur?

Sevgilide gördüğü güzellik, mükemmellik ve ondan gördüğü iyilikler sebebiyle! Cemal, kemal ve ihsanı birden “sevenin onlara olan ihtiyacı”nda toplamak da mümkündür. İnsanın cemale, kemale ve ihsana ihtiyacı açısından, sevgi ve aşkta kilit kelimenin “ihtiyaç” olduğu sonucuna varabiliriz.
Sevilene bakan yönüyle onun cemal, kemal ve ihsanı sevilme sebebi iken, sevene bakan yönüyle bunlara ‘ihtiyac’ı sevme sebebi olmaktadır. Bu üçlü sebep her iki tarafta birden var olursa, tarih bir ‘aşk hikayesi’ne daha sahip olur. Aşıl Veysel’in dediği gibi: “Güzelliğin on par’ etmez / Şu bendeki aşk olmasa!” Güzelliği para ettiren, o güzelliğe olan aşktır. Bir kişinin cemal, kemal ve ihsan sahibi olması, onun sevilmesi için yeterli değildir; belki karşısındaki kimsenin de o cemal, kemal ve ihsana ihtiyacı olması lazımdır, ihtiyacını idrak için ise o cemal, kemal ve ihsanı görecek gözü, anlayacak aklı ve yaşayacak kalbi olmalıdır. Hele mesele aşk olunca, ihtiyaç şiddetlenir. Vakıa sevginin sebepleri aynı zamanda aşkın da sebepleridir, ama bir ilave ile ki aşkta muzaaf ihtiyaç vardır, tutku vardır, şehvet vardır, ihtiras vardır.

“İsmin yayılmaz âleme / Âşıklarda meşk olmasa!”

Hatta aşkın şiddeti, aşka ihtiyacın şiddetiyle doğru orantılıdır bile diyebiliriz. İhtiyaç ne kadar şeditse, aşk da o kadar derin olur. O bakımdan çocukluğunda aile içi sevgi ve şefkatle tıka-basa dolarak büyüyen bir gencin aşık olma ihtimali daha zordur, daha azdır. Elbette cinsî uyanmaya bağlı olarak bir muhatab/mutahaba arayışı, ailevî sevgi ve şefkatten ayrı bir taleple ortaya çıkar, o başka. İmanî terbiyenin hâsıl ettiği fıtrî ahlak ve haya hissi, bu talebi de iffetli aşk çerçevesiyle sınırlı tutar. Yok eğer imanı güçsüz, hayası da zayıf ise, bu takdirde haddini mütecaviz aşık tiple(mele)ri ile karşılaşılması kaçınılmaz olacaktır.

Asrımızda aşkın ta kendisi olan aşıkların azlığına şaşmamalıdır. Küçüklüğünden beridir yüzlerce/binlerce güzel kız veya yakışıklı delikanlı göre göre büyüyen gençler, nasıl karşılarına çıkan bir cemal sahibine vurulup da hemen aşık olabilecekler! Bir görüşte aşık ol(duğunu savunan)ların misalleri ile örülmüş bir hayatı paylaşıyor olsak da, tarihteki aşklarla kıyaslandığında bunların çoğuna aşk kelimesi biraz fazla gelir. Biraz mı, bayağı mı? Aşık olduğu güzelden/yakışıklıdan başka hiçbir güzeli/yakışıklıyı görmeyen gözlere, o gözlerin sahibi gönüllere ancak “gerçek aşık” denir. Mevsim aşkı yaşayanlara veya birkaç senede bir aşkını değiştirenlere, aşık demek, hakiki aşıklara bir hakarettir, aşk kavramına da bir ihanettir.

Güzelliğin, temizliğin, faziletin, dürüstlüğün, sadakatin ve tabii ki cinselliğin karışımından hâsıl olan bir aşkın ömrü uzun olacaktır. Ne var ki hakiki aşk sultanı, asîldir; fantezilere tenezzül etmez. Cinsel numaralar, aşkın asaleti karşısında birer balon gibi patlar yok olurlar. Bu sebeple tek başına cinsellik, gerçek aşkı elinde tutamaz, tutmaya güç yetiremez. Çünkü ruhî aşk, cinsellikten (ve cinsî aşktan) çok fazla, çok üstün ve çok daha zengin bir muhtevaya sahiptir. Ama, fakat velakin, yine de -kimse alınmasın, kırılmasın, darılmasın, incinmesin ve şaşırmasın- yine de:
Aşkın mayasında şehvet vardır. Sevgi sütüne şehvet mayası çalınca, ortaya aşk yoğurdu çıkar. Hatta aşk hissiyatının devamı, şehvet kuvvesinin mevcudiyetiyle paraleldir denebilir. O yüzden büluğ dönemi öncesi çocukluk döneminde birini sevmeye ise bu anlamda “aşk” diyemesek de aşk öncesi, “aşkın mürahıklık (önergenlik) dönemi” diyebiliriz. Belki de çocukluktan kalma cennet kokusunun insan üzerinden uçmaya durduğu son yıllar olan bu mürâhıklık dönemi, tıpkı dünya-ukba arasındaki berzah âlemi gibi, çocukluk ile gençlik arasındaki berzahtır; beşeriyetin giriş holüdür. Büluğ dönemi ile birlikte o cennet râyihâsı gencin üzerinden tamamen uçar ve beşer-şaşarlık süreci başlamış olur.

Yine o yüzden kırktan sonra, özelilkle yaşlılık dönemlerinde yaşanan ikinci bahar, aşkın değil, sevginin ve şefkatin baharıdır. Evlendikten sonra aşkın yerini sevginin alması da, şehvetin itidalli sükûneti sebebiyledir. Binâenaleyh asıl ve ideal olan sevgidir, aşk değil. Sevgi itidal ve istikamettir; aşk ise ifrat veya tefrit! “Ömür boyu aşk” ifadesi, sevgilinin ulaşıp elde ettiği eşi hakkında değil, belki ulaşamadığı o En Sevgili’ye (cc) matuf olarak min vechin geçerli bir ifade olabilir. Yoksa mecâzî aşkların ömrü dünya gibi fânîdir, geçicidir; evlenen aşıklarda aşk sevgiye incirâr eder. Bu incirârı düşüklük kabul edenler ise ya eşlerinden soğur, uzaklaşırlar, ya da kendilerine aşk rengiye boyalı yapay bir âlem kurgular ve hayal-kurgu bir rüyada yaşar veya o rüyanın birgün gerçek olacağı hasretiyle içten içe ağlar, kanar ve kanatırlar...

Cinsî aşklarda ayrılıkları, aykırılıkları ve aksaklıkları eksik etmeyen Allah Teâlâ, -hadis-i şeriflerin de gösterdiği gibi- karı-kocanın birbirlerine olan aşkından (yani katmerli sevgilerinden) ise râzıdır; çünkü aralarındaki huysuz bir “aşk” değil, ıslah edilmiş bir aşktır, daha doğrusu müeddeb sevgidir; “aşk” denilmesi “alışkanlık”tan kaynaklanmaktadır, “onsuz yapamama alışkanlığı” ve bunu aşk’la ifade alışkanlığından. Evliliklerde uzun ömürlü mutluluk, böyle itidal üzere berdevam olan hâlis sevgiler ile mümkündür, yoksa ifrat veya tefrit doğuran şiddetli aşklarla değil!..

Sevginin sebeplerinden “kemal”e gelince... Çağımızda kemâle, istidat ve kabiliyetlere, fazilet ve meziyetlere aşık olmak belki daha makul ve daha meşrû olabilirdi, ama onu da kim ve kaç genç farkedebiliyor ki!.. Geriye kaldı bir “ihtiyaç”! Kalbî ve cinsî ihtiyaç! Bedenî ve ruhî ihtiyaç! Diyaneti güçlü aşıkın cinsî ihtiyacı kalbî ihtiyacın içindeki lümme-i nefsiye noktası gibi küçük kalır, ta izdivaçla filizlenen bir tohum misali vakt-i merhûnunu bekler; yer yer hayâlinden bir kara bulut gibi geçse de asla bir çamur yağmuru olarak yağıp da üstünü-başını kirletmez. Belki olması gereken budur!
Olması gereken bu! Reel hayatta olan’a gelince: Modern çağların sokaklarındaki ve evlerindeki cinsel uyarıcılar alabildiğine yoğun ve baskın olunca, ergenlik yaşı 9’a-10’a düşünce ve evlilik yaşı da ekseriya 24-25’e yükselmiş olunca, elbette ki böyle bir durum tam bir imtihan olarak ortaya çıkacak, bilhassa diyaneti zayıf gençlerdeki cinsî ihtiyaç, kalbe rağmen kalıba gâlip gelecektir, hâkim olacaktır ve oluyor da! Bunun sonucunda da içine cinsî arzuların karışıp kirletmediği saf aşklar ender-i nadirattan birer vak’a olup çıkıveriyor. Ne var ki sosyal şartların ortaya çıkardığı bu doğal sonuç ne kadar makul gözükürse gözüksün, hakikatte dinen menfûrdur, merdûttur ve mesmûmdur.

Sevgi, aşk ve şehvet nedir, bu üç kavramın mahiyetini bilmeden, meseleyi çözümleyemeyiz. Sevgi, bildiğimiz şey! (En azından bildiğimizi sandığımız şey!). Aşk ise tartışmalı. Binbir tarifi olması ondan. Mutlak zikir kemaline masruf olması hasebiyle mutlak aşk, ‘tapma sınırındaki aşırı sevgi’dir diyebiliriz. Namus düşmanı aşkların yediği tokatlar, daha ziyade ahlaksızlığa verilen ilahî cezalar iken, iffetli aşkların başına gelenler ise, daha çok gayretullahın ikaz tokatlarıdır. İnsanın gecesini-gündüzünü, yazını-kışını, reelini-hayalini doldurması gereken sevgili, en sevgili Allah celle celâlühû olması gerekirken, bütün bu halleri bir beşere karşı yaşamak, onu Yaratan’ın gayretine çarpılmayı hak etmek demektir.

Mecâzî aşkın sevdalıları âşıklara bu dünyada rahat yüzü yoktur, ya nazar-ı insânîye gelirler, ya gayret-i ilâhiyeye çarpılırlar. İyi ki “Allah, (mecâzî) aşkı sevmez; aşktan razı olsaydı, aşıkları kavuştururdu!” diye bir hadis uydurulmamış tarihte! Çünkü isnadın uydurma oluşu, metindeki hakikat çekirdeğini örter gizlerdi. Belki de tam tersi aşk karşıtlarının bayrağı haline gelirdi, bilemiyoruz. Elbette ki Allah, kullarını kullarının Kendisini sevdiğinden daha çok seviyor. Fakat kulların da Kendisini herkesten ve kendi nefislerinden daha çok sevmesini talep ediyor. Bu herşeyden çok sevmenin adı “aşk”tır, yani muzaaf sevgi, muzaaf muhabbet!

Binâenaleyh:
AŞK, ALLAH’IN HAKKIDIR; SEVGİ, VARLIĞIN!

Bir kalp iki aşkı taşıyamacak kadar küçük, ama bütün varlığı sevebilecek kadar büyüktür, geniştir, diyebiliriz. Aşk, sadece bir’i için yaşamakken, sevgi ise herkes için yaşayabilmektir. Yani: Allah aşkıyla sadece O’nun için yaşarken, O’nun aşkından ötürü de bütün yarattıklarını sevgiyle kucaklamak lazımdır. Aşkın gözü kördür, aşıkların gözü maşuktan gayrını görmez! Allah ise ğayr olamaz, olmamalı. İllâ ki birine âşık olunacaksa, olunabilecekse, o Allah’tır ve Allah olmalı!.. Fakat heyhat! İlahî aşk adına kütüphaneler dolusu şiirler yazan şairler meclisinden bir Yunus çıkar mı? Bütün semazenler, mevlevîler birleşse, bir Mevlânâ yapar mı? Koca bir cami dolusu, camiler dolusu cemaatler toplansa bir Hocaefendi eder mi? Aşkın edebiyatını yapan edipler, şiirin yazan şairler ve kitabını yazan nâsirler mi aşkı daha iyi bilirler, yoksa ilahî aşkı yaşayan mürşitler mi?!.

Esas olan Allah’ı bütün kalbiyle sevmektir. Fakat Habîb, Vedûd, Cemîl gibi esmâ-i cemâliyeden bazıları ism-i gâlibi olan mü’minler, kalplerinin karakteri itibariyle muhabbetullahtan fazlasını isterler, aşkullaha talip olurlar, yani muzaaf muhabbetullah’la ancak dolarlar, ancak doyarlar. İlahî aşkla velayete mazhar olmak ise evliyâullahtan bir sınıfa münhasır kalan bir hususiyettir, bir mazhariyettir. Yoksa genel manada mü’minlerin kalpleri ilahî muhabbetle dolar ve doyar.

Olunacaksa, bütün cemal, kemal ve ihsanların hakiki sahibi olan Zât-ı Akdes’e aşık olunmalıdır! Her ne kadar kimi âlimlere göre “aşk” kavramının ihtiva ettiği veya en azından çağrıştırdığı ‘aşırılık, çılgınlık, cinnet, şehvet’ gibi olumsuz manalar sebebiyle, Allah’a da hakikatte âşık olmak câiz değildir, çünkü bu mümkün değildir. Fakat Allah ve Rasulü’ne hitaben kullanılan aşk ifadesi, sevginin kemâlinden kinayedir; yoksa aşkullah, mecâzî aşkların dengesiz hallerinden berîdir, âlîdir.

Mutlak manada aşk, Allah’ın hakkıdır. Sevgi ise kulların hakkı. Birbirine âşık olan kulları, bizzat Hz. Zât ıslah eder, Allah terbiye eder! Kulların birbirini Allah için çok sevmeleri, yani sırf rıza-i ilahî için sevişmeleri, karşılıklı sevgi beslemeleri ve sevginin hakkını vermeleri, aşk değildir. Bir insanın değil karşı cinse aşık olması, bir âlime veya veliye âşık olması durumunda bile Allah, ağır imtihanlarla o aşkı ıslah eder, ta’dil eder ve ‘sevgi’ mertebesine incirar ettirir. Fenâ fi’ş-şeyh makamında şeyhine aşık olan dervişleri bile, bu aşklarıyla ciddi tecrübelerden geçirir ve adeta gönüllerindeki mecâzî aşk putunu devirir.. daha sonra fenâ fi’r-rasûl’e kanatlandırır.

Çünkü kalbin/ruhun aşkı, Allah’ın hakkıdır, O’na aittir ve O’na mahsus olmalıdır. Aşkı masivaullaha vermeye kalkışanların başları dertten kurtulmaz, ne vâsıl olabilirler, ne de vuslatlarında gülebilirler... Dünyevî aşkların vuslatı ve ebedî saadete nailiyeti de yine ilahî aşkın izinde el ele gidebilmeleriyle mümkün olabilmektedir...

Allah azze ve celle, Habîb ve Vedûd ism-i cemîlleriyle bir kulun kalbinde tecelli edince sevgi çiçeği boy atar, aşk gülü açar, gönlü gül-gülistan olur. Seven de O’dur, Kendisini sevdiren de, başkasını sevdiren de O’dur! Habîbullah sallallâhü aleyhi ve sellem’in haber verdiği üzere: “Kulların kalpleri Rahmân’ın parmakları arasındadır. Dileği şekilde onu evirir, çevirir.” İstediği kulunu istediği kimselere sevdirir, istemezse herkese nefret ettirir. Bir kulunu sevdiği zaman, sevdiği kullarının kalplerine onu sevdirir, o binlerce kalple ona teveccüh eder, onu sever. Sevmediği zaman da, sevdiği kullarının kalplerini ondan uzaklaştırır, nefret ettirir. Bazen hususi imtihan icabı olarak sevdiği bir kulunu halktan gizleyebilir veya geçici olarak bir lanet mührü ile onu te’dib, terbiye ve ıslah edebilir, terakkisini sağlayabilir.

Hilkat (yaratma) noktasında, aşk da bir mahluk olsa da, kalbin meyilleri veya meyillerindeki tasarufflar bakımından kendine mahsus bir iradesi, bir seçme yetisi ve özgürlüğü elbette ki vardır. İrade-i cüz’iyenin kalbî tercihleri diyebileceğimiz bu meyiller veya meyelândaki tasarruf yetileri, başı boş değildir, manasız bir boşlukta öylesine dolaşıyor da değildir; belki mahiyetine uygun düşen, kendisini tamamlayan ve karakterine uyan şeylere meyletmekte, görünmez bağlarla bir iletişim kurmakta (teârüf); iletişimin neticesi tanışıklık ölçüsünde ona karşı sevgi duymakta; onda tutacak bir dal bulabilirse tutunmakta, el ele tutuşmakta (taalluk) ve tutuştuktan sonra birbirine tamamen yapışmakta (ilsak), birbiriyle kaynaşmakta, özdeşleşmektedir.

İşte “aşk”, cemal, kemal ve ihsana yönelik bir ihtiyaçtan ve o ihtiyaca bağlı ruhî/kalbî/hissî ilgi, bilgi, sevgi, takılma ve yapışmadan hâsıl olan bir ‘manevî öz’dür, bir ‘leddünî köz’dür ki ham ruhları ateşiyle pişirir, olgunlaştırır ve en son yakıp kül eder!..

ALINTI - http://www.lahuti̇.com/

Hiç yorum yok: