2 Ocak 2010 Cumartesi

HAYAT,BENİMLE MÜKEMMEL...........




Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır,
sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu;düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.


Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizimde farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.
Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır. Değersizbulduğumuz, sevilmediğimizi düşündüğümüz zamanlar.
Takatsiz bir halde hayatın bir kenarına tutunmaya uğraşırken "niye"diye sorarız kendimize, "niye böyle oldu, neden hayatın bir kıyısındayapayalnız kaldım, neden hayallerim gerçekleşmedi?"
O anda kaderin haksızlığına öylesine inanmışızdır ki, bu kaderiyaratan gücün bize ses vermesi gerektiğine, bir cevabı hakettiğimizeinanırız.


İnandırıcı bir cevap için bütün ümitlerimizden, hayallerimizden,beklentilerimizden vazgeçmeye bile hazırızdır.
Koskoca yeryüzünde yalnızca bizim başımıza geldiğine inandığımız buinsafsızlığın, bu gizli kederin, paylaşılması zor bu acının, bu;çaresizliğin bir sebebi olmalıdır.
İlahi bir kaprisin kurbanı olduğumuzu düşünmekten bizi kurtaracak birsebep.


Varlığımızın anlamsızlığına anlam katacak bir cevap isteriz, kusurunbizde olduğunu da kabullenebiliriz, yeter ki bize verilecek cevapinandırıcı olsun.
Hatta zamanla kusurun tümüyle bizde olduğuna bile inanırız.
Onun hangi kusur olduğunu bulmaya çabalarız bu kez de...


Yeterince zeki mi değiliz, güzel mi değiliz, bilgili mi değiliz,eğlenceli mi değiliz?Bulacağımız neden bizi üzecek de olsa hiç değilse hayatın bir ritmi,bir düzeni, bir kuralı olduğuna bizi ikna edecektir; bizi rastgeleaçılmış bir ateşte vurulmuş bir zavallı olmaktan kurtarıp, hiç olmazsabilerek hedef alınmış biri yapacaktır.


Bir neden bulursak, geçmiş için üzülsek de gelecek için bir ümidimizolacaktır.Neden varsa çare vardır çünkü.Ama nedensizlik..Bu öldürücüdür.Manasızlığı derin ve kalıcı kılar.


Benim hikayelerim "çok uzun yıllar önce" diye başlıyor artık.Çok uzun yıllar önce...Sığırcık sürülerinin neşeli çığlıklarla yeni yeni tomurcuklananağaçlara konduğu ılık bir akşamüstü, Paris’te küçük bir sinemayagirmiştim.Kahve, deri, zift, rutubet kokularının karıştığı siyah duvarlı loşsalonda birkaç kişiydik.


Eski bir Amerikan filmi izleyecektik.James Stewart’la Donna Reed’in başrollerini paylaştığıfilm başladı.Stewart, minik bir kasabadaki fakir bir işadamını oynuyordu.Çocukluğundan beri bütün hayali dünyayı dolaşmaktı ama art arda gelenolaylar yüzünden kasabasını terk edememiş, sonunda babasının pek de parlakolmayan işini devralmak zorunda kalmıştı.Sevdiği bir karısı ve çocukları vardı.Ama işler iyi gitmiyordu.Borçlar birikmişti.


Yaşadığı hayal kırıklığına bir de borçlar eklenince dayanacak gücükalmamıştı.Karlı bir gece arabasına binip, kasabanın biraz ötesinden akan nehrinkıyısındaki bara gidip iyice sarhoş olana kadar içtikten sonra kendiniköprünün üzerinden atıvermişti.Stewart sulara düşerken, karanlık göklerden gelen bir konuşma duyuldu.


Tanrı, "ikinci sınıf meleklerden" birine görev veriyordu.- Eğer bu ümitsiz adama yeniden yaşama isteği vermeyi başarırsan, bende sana çok istediğin o iki kanadı verir, seni birinci sınıf melekyaparım.Ve, yeryüzüne tonton, yaşlı bir adam kılığında "başarısız" bir melekdüşüyordu.O güne dek bir türlü verilen görevleri doğru dürüst yerinegetiremediği için istediği kanatlara kavuşamayan, kederli bir melekti bu.Görevi ise çok zordu.Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, hayallerini kaybetmiş,istediklerinden hiçbirine kavuşamamış, dünyayı gezmek isterken önemsizbir kasabaya sıkışıp kalmış bir adama hayatı yeniden sevdirecek, onuintihardan vazgeçirecekti.


Melek yeryüzüne indiğinde, bir polis Stewart’ı sulardançıkarıyordu.Onu, kendini sulara atmadan önce son içkisini içtiği bara götürüyorduama orası şimdi çok değişikti.Serserilerin toplandığı, pis bir batakhane olmuştu.Kimse Stewart’ı tanımıyordu.Stewart kasabaya dönüyordu ama orada da eski dostları onun kimolduğunu bilmeyen gözlerle ona bakıyorlardı.


Kasaba bakımsızdı, çirkindi, karanlıktı.Eski bir okul arkadaşı arka sokaklarda fahişelik yapıyordu.Karısı ise bir kütüphanede çalışan zavallı bir yaşlı kızdı.O sulara atlamadan önce ünlü bir adam olarak dünyayı dolaşan erkekkardeşinin ise bir kilisenin bahçesinde mezarı duruyordu.


Stewart, suya düşmesiyle çıkması arasında geçen bu beş dakikada herşeyin nasıl bu kadar değişebilmiş olduğunu anlayamadan etrafına bakarken"ikinci sınıf melek" yanına yaklaşıyordu.Ona anlatmaya başlıyordu.


- Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, sen hiçbu dünyaya gelmemiş gibi oldun... Sen olmamış olsaydın ne olacaktı,gör...Kardeşim ne zaman öldü, diye soruyordu Stewart.- Sen dokuz yaşındayken o kuyuya düşmüştü ve sen onu kurtarmıştın...Ama ben senin doğumunu iptal edince ve sen hiç doğmayınca onu kurtaracakkimse de olmadı... O çocukken öldü.


- Peki sınıf arkadaşım ne zaman fahişe oldu?- Bir gün o çok parasız kalmıştı, para bulabileceği hiçbir yer yoktuve sen ona borç vermiştin... Ama sen olmayınca o gece kendini sattı vesonra fahişe olarak kaldı.


- Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç gözüküyor?- Çünkü sen babanın yerini aldıktan sonra insanlardan para toplayıpkooperatifler kurmuştun, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti... Sen hiçolmadığın için o kooperatif kurulmadı, o binalar yapılmadı, kasababakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan parakazanamayıp serseri oldu.


Bütün seyircilerle birlikte Stewart da, bir insanın farkına varmadanne kadar çok başka insanın hayatına değdiğini, o hayatları varlığıyladeğiştirdiğini, en sıradan insanın bile bu hayatta tahmin edemeyeceğiölçüde önemi olduğunu görüyordu.Tavana asılmış, birçok değişik parçadan oluşmuş oyuncaklar vardır, herbir parça başka bir parçaya dokunarak bir rüzgar yaratır ve oyuncak dönüpdurur.O parçalardan birini çıkardığınızda bütün rüzgarı kesersiniz.Oyuncak kımıltısız kalır.


Frank Capra’nın o filminde de, hayatın aynen o oyuncak gibibirbirine değen insanlarla döndüğünü, aradan bir tek insanı bile çıkarıpaldığınızda hayatın dönüşünü etkilediğinizi, birçok olayınfarklılaştığını, herkesin sandığından daha büyük bir rolü ve değeriolduğunu anlıyordunuz.Değersiz ve işlevsiz kimse yoktu.


Stewart, o yaşlı ve tonton "ikinci sınıf" melek sayesinde bu gerçeğigörünce intihar etmekten vazgeçiyordu.Kendisine o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında birçokinsan için ne kadar değerli olduğunu kavrıyordu.O intihar etmekten vazgeçince yeniden her şey eskisine dönüyordu.


"Bu muhteşem bir hayat" isimli film, mutlu sonla biterken degökyüzünde bir "çın" sesi duyuluyordu.Tonton meleğe, Tanrı çok arzuladığı kanatlarını veriyordu.Kendimizi manasız ve yararsız bulduğumuz zamanlar vardır.Değersiz olduğumuzu, sevilmediğimizi düşünürüz.


Hayalkırıklıklarıyla dolu hayatımızda neden istediklerimizin hiçgerçekleşmediğini merak ederiz.Cevaplar ararız.Bulamayız genellikle.Cevaplar vardır aslında.


Kendimizi yararsız bulduğumuzda çok yararlı işler yapmışızdır,sevilmediğimizi sandığımızda sevilmişizdir, değersiz olduğumuzu düşündüğümüzde değerimizi bilenler çıkmıştır.Birçok hayatı aynı anda kımıldatan o sihirli rüzgarı yaratmakta bizimde farkına varmadığımız büyük bir rolümüz olmuştur.


Eğer Tanrı "ikinci sınıf" meleklerinden birini bize gönderse ve bizsizbir hayatın nasıl olacağını gösterseydi, sanırım hepimiz kendimize dehayata da başka türlü bakardık.Hatta, o melek bize "istediklerimiz gerçekleştiğinde nasıl birhayatımız olabileceğini" gösterseydi belki istediklerimizingerçekleşmemesi için dua ederdik.


Bu muhteşem bir hayattır.Cevabı ve sırrı kendi içinde saklıdır.Ve, o hayatı hep birlikte yaparız.Bazen rolümüzden şikayet ediyorsak, bu da rolümüzün kıymetini bilemememizdendir.
Ahmet Altan..

Hiç yorum yok: