skip to main |
skip to sidebar
KANLI HALI..................
Gecenin kör karanlığında, bin bir güzelin ve bir şahın yaşadığı muhteşem sarayın önündeki yalın kılıçlı nöbetçiler, ateşten yaratılma cinler ve halıcı Nesiri dışında, Acem tahtının sahibi şah, tüm bir ordu, beşikteki bebek, eşikteki köpek, kadınlar, erkekler ve Allah'ın kullarını yoldan çıkarmakla görevli Şeytan olmak üzere, Rabbin tüm mahlukatı Tahran'da derin bir sessizlikte uyuyordu.
Gökyüzü alabildiğine berrak ve yıldızlarla doluydu. Keskin bir göz, uzaktaki Kaf dağını bile görebilirdi.
Şehirden beş ok atımı uzaklıktaki güller ve petunyalarla dolu bahçenin ortasındaki evinin giriş katındaki odada, Nesiri halı dokuyordu. Her iki yana konmuş dört kandille aydınlanan halı tezgahının önünde, sanatının alamet-i farikası sayılan kamburu ve kısık gözleriyle hızla çalışan Nesiri dışarıdan gelen bir ses duydu. İşine ara verip kulak kabarttı. Sol kulağı sağır olduğundan, sesi daha iyi duymak için başını çevirdi. Bir serseri rüzgar bahçedeki ağaçların dallarını oynatıyordu.
Karısı beş yıl önce ölen ve tek kızı da çoktan çoluk çocuğa karışan Nesiri yalnız yaşıyordu. Bir yalnızın evinde, her ses kendini yüzlerce kez çoğaltırdı. Ses çoğaldı ve eksildi ve sonra kayboldu. "Cinler dolaşıyor herhalde" diyen Nesiri sessizce bir Fatiha okudu ve tekrar işine döndü.
Daha on altı yaşında ufak bir çırakken, babası kadar sevdiği ustası Sadi'nin, ilk ve son tokadı patladığından beri sol kulağı hiç duymazdı. Ustası Sadi, Allah'ın sevgili kullarından, Muhammet'in şefaatine layık, Ali ve Hüseyin'in müritlerinden bir kanatsız melekti. Daha önce çırağına bir çok kez hatırlatmış olmasına rağmen, Nesiri dokuduğu ilk halıda Acem özrünü gençliğin verdiği kibirle koymayınca ustası Sadi, korkunç bir gazaba gelmiş ve o zarif ellerinden umulmayacak bir şiddetle çırağına okkalı bir tokat atmıştı. Tokadın şiddetiyle yere yuvarlanan Nesiri'nin sol kulağından oluk, oluk kan gelmiş ve bir hafta boyunca çok ağır bir kulak ağrısı ile kıvranmıştı. Sonra da bir daha sol kulağı hiç duymamıştı. Çırağını seven, yaptığında dolayı üzülen ama pişmanlık duymayan ustası, Nesiri'yi karşısına alıp dokuduğu ipek halılar kadar yumuşak bir sesle konuşmuştu;
"Bana kızma Nesiri. Kulağının biri gitti ama ahiretin kurtuldu.
Unutma Nesiri, adını unut, beni unut, zamanı unut ama bunu asla unutma. Her dokuduğun halıda muhakkak bir ufak özür bırak. Bir günahlı ilmek dahi olsa bir özür olsun. Olur da özürsüz, mükemmel bir halı yaparsan, alemlerin sahibi ve tüm mahlukatın efendisi yüce Allah'a şirk koşarsın. Bu affedilmeyen tek günahtır. Sonsuz azapla cezalandırılırsın. Unutma yalnız yüce Allah mükemmeli yaratabilir."
Nesiri, İranlı halı dokuyucularının yazılmamış ve ustadan çırağa aktarılan bu ilk kuralını hiç ama hiç unutmadı. Üstünde yaralı bir ceylan resmi bulunan, Şahın sarayındaki harem odasında yere serili ipek büyük halıda ve Frenk illerindeki uzun sakallı kralların ve zengin papaların odalarında asılı duran diğer halılarda da, hep bir Acem özrü bırakmıştı.
Acem özrünü koymak için, genelde halının bitmesine iki ya da üç sıra kala, sağdaki ilmeklerden ikisini farklı atardı. Türk usulü kilim düğümü yapıp öylece bırakırdı. Ver her seferinde duymayan kulağı ağrırdı.
Herhangi biri bunu fark edemezdi ama halıdan anlayan bir göz, bir bakışta, binlerce düğümden oluşmuş bu ip mozaiğinin arasında hemen seçerdi Acem özrünü. Zaten Müslüman hiçbir halı tüccarı da, Acem özrünü görmedikleri bir halıyı almazdı.
Frenk illerinden gelme tüccarlar, Acem özrü olmayan bir halı dokuması için Nesiri'ye keseler dolusu altın teklif etmişlerdi ama o hiç düşünmeden reddetmişti. "Dünyamı kurtarmak için ahiretimi kaybedemem" demişti hep.
Birkaç kişi, acem özrü için atılan kusurlu ilmekleri düzeltmeye yeltenmişlerdi ama başarısız olmuşlardı. Nesiri halıyı o kadar sıkı dokurdu ki, bu düğümü değiştirmek için halıyı çözdüklerinde diğer düğümlerde atardı. Bu yüzden de halı bozuk ip yığını haline gelirdi.
Nesiri ustası ve aynı zamanda kayın pederi olan Sadi'yi rahmetle ve minnetle anıp tekrar işine döndü. Tezgahtaki halıyı sabaha yetiştirmesi gerekiyordu. Eli biraz daha hızlandı. Onca yaşına rağmen, hareketleri neredeyse seçilmiyordu.
Uyku uyumaları Allah tarafından haram edilmiş cinler, alevden yaratılma görünmez vücutlarıyla Nesiri'nin etrafında toplanmışlar hayranlıkla onu seyrediyorlardı. Kötü yola sapmış kullara azap olsun diye onlarla oynayan ve onları başka alemlerden gelmiş gibi delirten, gencecik tazelerin yorgan altındaki yuvarlak memelerine tüm örtülerin üstünden bakmayı seven oyuncu ve günahkar cinler, her şeyi bırakmışlar Nesiri'nin usta ellerine bakıyorlardı. Nesiri onları görmese bile cinler onu görüyorlardı.
"Alemlerin Rabbi adına, ne güzel de dokuyor değil mi?" dedi cinlerden biri bağırarak.
"Muhammet aşkına, ne güzel dokuyor maşallah" dedi bir başka cin.
Cinler haklıydı. Nesiri, Acem halıcıların en iyisiydi, hatta çoktan rahmetli olmuş ve Tahran'ın hemen dışındaki mezarlığında sessizce yatan ustası Sadi 'den bile çok iyiydi. Ondan önce ve sonra hiçbir Acem halıcı onun kadar iyi olmadı ve olamadı. Bütün Acem halıcılar, Ferverdin ayının ilk gününe denk gelen Nevruz bayramında, her yıl, tüm esnaf ve askerler gibi Şaha olan bağlılıklarını göstermek için onun huzuruna çıkarlardı.
Tahtın önüne vardıklarında, bir saray görevlisinin, huzura çıkan her gruba sorduğu gibi halıcılara da, "Şahınız kimdir? Piriniz kimdir ey halıcılar?" diye sorardı. El pençe divan duran tüm halıcılar hep bir ağızdan; "Şahımız sensindir. Pirimiz, Adem babamızın eşi, ilk halıyı dokuyan Havva Anamızdır ey acem mülkünün sahibi" diye cevap verirlerdi. Ama hepsi içten içe bilirdi ki, Nesiri onların gerçek piriydi. Ustaların ustası oydu.
Kök boyalarıyla özenle renklendirilmiş, Hint ipeğinden ipler, Nesiri 'nin inanılmaz uzun parmaklarının arasından uysal ve berrak bir ırmak gibi kesintisiz halıya akardı. Hz.Yusuf 'dan sonra, mahlukatın gördüğü en uzun parmakların halı üstündeki hızlı dansını seyredenler, hareketleri seçemezdi. Nesiri sanki ipek ipi hızla çekmiyor, düğüm atıp, elindeki bıçakla hızlı kesmiyordu da, başka bir şey yapıyor gibiydi. Allah'ın doksan dokuz ismini, ellerindeki, çeşit, çeşit divitlerle büyük bir huşu içinde, camilerden toplanan isleri yağlarla karıştırıp elde ettikleri mürekkeple yazan hattatlar gibiydi. Halıyı ipek iple boyardı.
Önündeki tahta üzerine çizilmiş örneğe çok sık bakmazdı, her sıradan sonra, düğümleri sıkılaştırmak için ustasının hediyesi gümüş tarağı ipler arasından hızlıca vururken örneğe sıra veya ilmek sayısını bulmak için değil, öylesine bir göz atardı. Halıyı dokurken kafasındaki örneğe bakardı. Nesiri'nin bunu nasıl yaptığını kimse bilemezdi çünkü onun halılarındaki ilmek sayısı gökteki yıldızlardan çok olurdu.
Bütün bu ustalığına ve şöhretine rağmen, alabildiğine alçakgönüllü ve kendi halinde bir adamdı Nesiri. Ne sultanların iltifatı, ne de öğrencilerinin hayranlığı onu şımartmamıştı.
Önündeki ipek halının bitmesine az kalmıştı. Sabah namazından sonra saraydan gelenler alıp götüreceklerdi. Bizans'ı fethedip, peygamberin şefaatine daha yaşarken sahip olmuş Fatih Sultan Mehmet'e hediye olarak gidecekti halı. Kırk kılıçlı yiğidin koruduğu, kırk devenin üstüne yüklenmiş, kırk sandukanın içindeki kırk hediyeden biriydi bu halı. Nefesleri gül bahçesi gibi kokan ince belli, küçük memeli beyaz tenli, ipek saçlı cariyeler, adını sadece masallarda duyabileceğiniz Hint illerinden gelme kokular ve bir parça ıslak pirinci en leziz yemek yapabilen türlü baharatlar, bir tırtılın kırk günlük düşü olan ipeklerden dokunmuş kumaşlar, bir deveyi bir vuruşta ikiye ayıran Hz. Ali'nin ağzı çatallı kılıcı Zülfikar kadar keskin kılıçlar, elmas kakmalı satranç taşları ve daha bir sürü hediye arasında en değerlisi bu ipek halıydı.
Namı Hint illerinden Frenk saraylarına kadar yayılmış büyük usta Nesiri 'nin dokuduğu gül resimli bir ipek halıyı, Fatih Sultan Mehmet özel olarak Safavi soyundan gelme Acem şahından istemişti. Hediye istemek adetten değildir ama Acem şahına yolladığı mektubunda, her daim bağdaş kurarak yazı yazan namecilere aslan kükremesi sesiyle Fatih Sultan Mehmet bunu bizzat yazdırmıştı.
Ve hatta belki pervasızlığından, belki de daha yaşarken Bizans'ı aldığı için peygamberin şefaatine nail olduğu için, Venedik ilinden gelme, Bellini namlı bir ressama kendi suretinin resmini yaptırmıştı. Aynı Frenk ressamdan, ipek halı için örnek olsun diye bir gül resmini yapmasını istemişti. Başında tuhaf şapkası ile, mavi yakuta benzer boğaza bakan bir bahçedeki, çok güzel bir kırmızı gülü resmeden Frenk ressamın yaptığı resmi de, yazdırdığı name ile Acem şahına göndermişti.
Nesiri önünde duran Bellini'in yağlıboya ile yaptığı resme tekrar baktı ve ürperdi. Gerçek bir güle ne kadar da benziyordu. Sanki elini uzatsa tutacak ve dikenleri eline batıp kanatacaktı.
Saraydan gelen adamların biri önüne resmi koyup, "Bir ayın var Nesiri, tüm ustalığını göster. Türk Sultanı Acem halısı nasıl olurmuş görsün" deyip, rulo halindeki resmi vermişti. Şaşırarak açtığı resmi gördüğünden beri kaç kez bakmıştı bilmiyordu.
Halıyı dokumak için her zaman yaptığı gibi resme üç gün, üç gece bakmıştı. Aslında resmi kafasına nakşetmek için değil, gerçek bir gül gibi duran resmin tuhaflığı, büyülü hali ve dokununca sanki eline batan dikenlerine dalıp gittiği için bakıyordu. Yoksa resim çoktan beyazlaşan saçlarının arkasında duran beynine kazınmıştı. Gözünü kapasa bile görüyordu gülü.
Üçüncü günün sonunda gül resminin koktuğunu fark etti. Önce yanıldığını sandı. Hafif, hafif esen rüzgarın bahçedeki güllerin ve petunyaların kokusunu getirdiğini düşündü. Emin olmak için, evinden epey bir uzaklaşıp resme tekrar baktı. Evet yanılmamıştı, resimdeki gül kokuyordu.
"Alemlerin Rabbi adına, and olsun ki, bu gül resmi kokuyor" diye çığlık atmıştı. Nasıl olur da ceylan derisi üstüne nakşedilmiş bir gül resmi kokardı? Acaba biri güzel koksun diye ceylan derisine gül yağı mı sürmüştü? Hayır, gerçek gülden kokudan farksızdı. Gül yağının ağır kokusu değildi bu.
"Muhakkak ki biri bu resme büyü yapmış" diye düşündü Nesiri. Adem oğlunu yoldan çıkarmakla görevlendirilmiş şeytanın namert hilelerinden biri olmalıydı.
Çocukken dinlediği masallarda, gayri Müslimlerin arasında, ufak bebekleri büyük kazanlarda kaynatan büyücülerin, şeytana tapanların ve hatta Allah'a şirk koşanların olduğunu öğrenmişti. Peki bu Frenk ressamın yaptığı büyü neydi?
Resme tekrar bakınca, birden bu büyünün ne olduğunu hemen anladı. Resmin hiçbir yerinde bir kusur yoktu. Bir merkezden açılan yaprakların biçimi, birbirlerine oranı, boyanın kalınlığı, renklerin uyumu ve diğer bütün ayrıntılarıyla resim mükemmeldi. Uzun yıllardır halı dokumaktan yorulmuş gözlerini kısarak günün en aydınlık zamanında, tavukların sersemce dolandığı avluda, saatlerce resme baktığı zaman birden anlamıştı bunu. Hayatında gördüğü üçüncü Frenk resmi olmasına rağmen her sanatkar gibi başka bir sanatkarın eserinin değerini anlayabilirdi.
Frenk ressam hiçbir kusur bırakmamıştı resimde. Ne bir yanlış fırça darbesi ne de biçimsiz bir yaprak şekli yoktu. Bu gül resminde Acem özrü olacak hiçbir şey yoktu. Bunu fark ettiği anda resim daha da bir canlanmıştı. Artık gül kokusunu duymak için resmi burnunun dibine getirmesi gerekmiyordu.
Frenk ressam Bellini, resmin sağ alt köşesine, kendi imzasını koymuş ve bir de ufacık haç resmi çizmişti. Demek ki Hıristiyan'dı ve alemlerin Rabbi Allah'a inanıyordu.
Peki resimlerine bir haç koyacak kadar imanlı bu Hıristiyan ressam niye Allah'a şirk koşuyordu? Belki de Miraç 'a çıkan Muhammet'in, göğün üst katlarında gördüğü İsa'ya indirilen ve bozulan İncil'de mükemmeli yaratmak bir şirk ve bir günah değildi.
Demek ki mükemmeli yaratarak Allah'a şirk koştuklarına inanmıyorlardı. Sonsuz cehennem azabı onları bekliyordu. En büyük günahtan, peygamberin şefaati bile onları kurtarmazdı. Birden zebanilerin günahkarlara korkunç acılar çektirdiği cehennemi düşünüp ürperdi. Sırtından giren ve tüm vücudunu dolaşan bir soğuk yel esti içinde. Bir süre yorgun gözlerini dinlendirmek için kapadı. Sonra tekrar işine döndü.
Acem özrü olacak sıraya gelmesine az kalmıştı. İki sıra sonra iki tane ilmeği Türk usulü kilim düğümü atacaktı. Tam bu sırada cinlerin gürültüsünü duyan Şeytan, yaşadığı mağarasından çıkıp, yaktığı bir mumun ışığının üstüne binip, uzun keçi kulaklarının duyduğu sesin geldiği yere gitti.
Kıllı çirkin bacaklarının üzerinde alevli gözleriyle cinleri ve Nesiri' ye bakan Şeytanı gören cinler bağırarak kaçıştılar. Şeytan Nesiri'yi iyi bilirdi. Kaç kez teninden buhurlar çıkan güzel bir kadın kılığına girip, onu şehvetli bir zinaya davet etmiş ve alevli ışıklar saçan şarap kadehlerini önüne koymuştu ama Nesiri'yi yoldan çıkaramamıştı. Bir keresinde, Venedikli tüccar kılığına girip Acem özrü olmayan bir halı yapması için Nesiri'ye on kese dolusu altın önermiş ama sakin gülümsemesinin ardından Nesiri, her zaman söylediği gibi "Dünyamı kurtarmak için ahiretimi kaybedemem" demişti.
Cinlerin çıkardığı gürültüye bir anlam veremeyen Şeytan, kaçışan cinlerden birini sıkıca tuttu ve "Alevden yaratılmış cin kardeşim, söyle ne oluyor burada?" diye sordu.
"Alemlerin Rabbi adına, bırak beni İblis, senin şerrinden Allah'a sığınırım" dedi korkmuş cin.
"Ey cin kardeşim, bilmez misin Allah ikimizi de aynı özden yarattı. Bizler, çamurdan yaratılma Ademden üstünüz. Şimdi söyle nedir bu gürültünüz? Ne işiniz var Allah'ın sevgili kulu Nesiri 'in evinde?"
"Alemlerin Rabbi adına, gül kokan mükemmel bir resme bakıp bir halı dokuyor. Birazdan Acem özrünü koyacak, biz de onu seyredip mutlu oluyorduk. Züleyha'nın sevdiği, balığın yuttuğu Yusuf'un elinden sonra gördüğümüz en güzel parmaklara bakıp Rabbimize övgüler düzüyorduk" dedi.
Tanrının adını duyunca canı sıkılan Şeytan, öfkeyle cini evin dışına fırlatıp hızla Nesiri'nin yanına geldi. Bir kandilin aydınlattığı gül resmine bakınca, Nesiri'nin duymadığı bir çığlık attı.
"Bu mükemmel bir resim. Gül kokuyor"
Kibrinden dolayı Adem'e biat etmeyen Şeytan, Tanrı tarafından lanetlenip cennetten kovulduğundan beri tüm Ademoğluna düşmandı ama onun yarattığı güzelliklere de hayrandı.
Kendisi gibi Nesiri'in de, gül resmine hayranlıkla baktığını gördü. Şeytanın aklına birden şeytani bir fikir geldi. Nesiri'nin acem özrü olacak ilmekleri atmasına bir sıra kaldığını o da fark etmişti.
Rum dilberlerinin güzel kalçaları kadar baştan çıkarıcı, Hint ipeklileri kadar yumuşak ve kuyruklu doğmuş çocuklar gibi günahkar sesiyle, Nesiri'nin kulağına usulca, fısıldarmış gibi seslendi Şeytan;
"Bak ne kadar güzel bir gül resmi. Nasıl da buram, buram gül kokuyor değil mi? Sanki Tebriz bahçelerinden yeni kopartılmış gibi. İstersen senin halındaki gül de böyle kokabilir. Acem özrünü koyma. Bak gör ne olacak. Sabah olunca iki ilmek çıkartırsın halıdan, özür olur. Sabaha kadar kusursuz olsun, alemlerin Rabbi sana günah yazmaz. Sen günah işlemiyorsun ki, ona şirk koşmuyorsun ki. Sadece merak ettiğin için. Yoksa bilirsin, sen onun en sevgili kullarındansın. İbadetini hiç eksik bırakmadın, yoksulun, darda kalanın hep yanında oldun. Namusunla kazandın hep ekmeğini. Ölen karından başka kadına bakmadın.
Hadi koyma Acem özrünü. Sabaha kadar. Sonra iki ilmek çıkartırsın halıdan."
Nesiri, nereden geldiğini bilmediği bir düşüncenin fısıltıyla ama alabildiğince güçlü bir şekilde zihninde yankılandığını hissetti. Sanki yoldan çıkaran Şeytan ona fısıldıyormuş gibiydi. İçinden bir ses sürekli olarak "Acem özrünü koyma. Bak gör ne olacak. Sabah olunca iki ilmek çıkartırsın olur biter" diyordu.
Kafasından geçen yoldan çıkarıcı düşünceleri atmaya çalıştı. Bu arada, üçüncü gözü olan parmakları hızla halının üstünde dolaşıyordu. Sonunda Acem özrünü koyacağı sıraya gelmişti. Nedense elleri ağırlaşıyordu. Ellerinin halı üstündeki o hızlı dansı gitmiş, onun yerine tutuk ve yavaş adımlar almıştı. Acem özrü olacak ilmeklere yaklaştıkça hareketlerindeki yavaşlık da artıyordu. Bunun nedenini bir türlü anlayamadı. Daha önce yüzlerce kez, neredeyse gözü kapalı yaptığı iş nedense birdenbire herhangi bir acemi halıcıya olduğu gibi ona da zor gelmeye başlamıştı.
Elleri ne kadar bilinçsizce hareketini yavaşlatsa da, kaçınılmaz olarak o noktaya geldi.
Türk usulü kilimci düğümü atmak için ipek ipi simetrik şekilde her iki ipin altından geçirdi, tam düğümü tamamlayacakken birden durdu. Bir süre öylece kalakaldı. Artık içinden gelen isteğe daha fazla karşı koyamıyordu. İpi çözdü ve normal asimetrik İran düğümünü attı. Onun yanına bir tane, bir tane daha ve daha..
Bir süre sonra, Acem özrü olmadan halıyı bitirdi. Tezgaha gerilmiş gergin ipleri hızla kesti ve uçlarını makasla düzeltip halıyı eline aldı.
Evet, kafasının içindeki sesin fısıldadığı gibi halı gül kokuyordu. Bu beklediği bir şeydi ama yine de şaşkınlık duymaktan kendini alamadı. Halıyı biraz kendine doğru yaklaştırdı. Turkuvaz bir zemin üstünde zarif bir şekilde yukarı doğru çıkan gül, açılan yaprakları ile birden coşuyordu. İsfahan'da gördüğü muhteşem gül bahçesindeki güller gibi, tenleri usul, usul okşayan akşam rüzgarına teslim olmuş yaprakları hafifçe sallanıyordu.
Gülün yapraklarının her biri farklı bir kırmızıydı. Kök boyasıyla renklendirilmiş birkaç tane farklı kırmızı ipi kullanmış olmasına rağmen, yüzlerce farklı kırmızının nasıl olup da halıda ortaya çıktığına şaşarak baktı.
Pul pul yapraklar, nereden geldiği belli olmayan bir rüzgara kendi rızasıyla teslim olmuş gibi halının üstünde dalgalanmaya devam ediyordu. Onlar salınırken, çevresine ve odaya inanılmaz güzel bir gül kokusu yayıyorlardı.
Nesiri ayakta durmuş, iki eliyle sıkıca tuttuğu halıya hayranlıkla bakıyordu. Gözünü kapadı. Daha önce hiç koklamadığı bir gül kokusunu, Tahran'ın izbe keşhanelerinde kendilerinden geçen afyonkeşler gibi keyif ve tutkuyla içine çekti. Sonra bir nefes ve bir nefes daha...
Bu apaçık gül kokusuydu. Ama daha önce hiç koklamadığı bir gül kokusu. Ne İsfahan'ın mermer taşlarla kaplı yolları olan bahçenin pembe gülleri, ne de Şahın özel bahçesindeki büyük bir daireyi dolduran ve yeryüzündeki cennet bahçesi diye anılan kırmızı güller gibi kokuyordu.
Başını döndüren bu kokuyu bir türlü tarif edemiyordu. Gülün kokusunun kendisini fethetmeye çalıştığını anladı. Nesiri karşı koymadı, daha doğrusu koyamadı. Kim bu güzelliğin karşısında yenik düşmezdi ki?
Yaşadığı sarhoşluğun etkisiyle, elinde halı kendi etrafında dönmeye başladı. Gözleri hala kapalıydı. Tanrı aşkıyla durmadan ilahiler söyleyip kendilerinden geçen inanmış tarikat müritleri gibi bedeni sallanmaya başladı. Nesiri etrafında döndükçe, durup gövdesi sallandıkça, Şeytan da ancak cinlerin duyabileceği kahkahalar atarak onun çevresinde dönüyordu.
Nesiri'nin sarhoşluğu gülün baştan çıkarıcı ve başka dünyalardan gelme gibi duran kokusundan, Şeytanınki ise yeni keşfettiği günahın tadından kaynaklanıyordu.
Nesiri'yi ve Şeytan'ı uzaktan seyreden cinler, bu garip çiftin tuhaf dansına bakıyorlardı. "Işık getiren (Lucifer)" adına yakışır bir şekilde; ışıklar, renkler, kokular ve günahkar zevklerden oluşma sahte bir cennet yaratmıştı Şeytan odanın içinde. Nereden geldiği belli olmayan bir şarkı duyuluyordu. Şarkının sözlerini önce Nesiri, ardından Şeytan tekrarlıyordu. Denizcileri baştan çıkartıp, onları bekleyen karılarını, çocuklarını ve hatta vatanlarını bile unutturacak kadar güzel şarkılar söyleyen perilerin sesi duyuluyordu odanın içinde.
Nesiri ışıklı bir dairenin içinde, bastığı her yerde yeni güller ve renkler yaratarak döne döne ilerliyordu. Onun hemen arkasında şeytan da kendinden geçmiş bir halde kollarını alabildiğine açıp Nesiri'yi taklit ediyordu.
Uzun bir süre elinde Acem özrü olmayan ve gül kokan halı ile kendi etrafında döndü durdu. Kendi yoktu artık. Yorgun yaşlı bedeni şehveti, zevki, keyfi, özgürlüğü ve günahı alabildiğine tattı.
Ve yoruldu.
Elindeki halıyı tahta oymadan bir ufak bir sehpaya koydu ve en yakın sedire kendini zor attı. Dansın bittiğini neden sonra fark eden Şeytan gözlerini açtı. Nesiri'nin bir sedire uzandığını ve gözlerini kapadığını gördü.
Odanın ortasında yanan kandilin ışığına binen Şeytan, en yakındaki mezarlığa gitti ve elinde bir avuç ölü toprağı ile hemen geri döndü.
Şeytan büyük bir keyifle, ölü toprağını Nesiri'nin üzerine serpti. Ve sonra "uyu ey Nesiri, süt emmek için annenin göğüslerine sarıldığın bebek zamanlarındaki gibi uyu" dedi.
Nesiri'nin gözleri kapandı ve uyudu. Rüyasız, korkusuz ve Hazar denizinin suları kadar derin bir uykuydu bu.
Nesiri uykuya dalınca, Şeytan son bir kez üzerinde gül resmi olan mükemmel halıya baktı. Keyifle gülümsedi. Yanan tüm kandilleri bir, bir söndürdü ve yine bir ışığın üstüne binip uçup gitti.
Derin uykusundan uyanan Nesiri gözünü açtı. Güneş çoktan doğmuştu. Yavaşça sedirden doğruldu ve dün akşam üstüne halıyı koyduğu sehpaya baktı.
Halı yoktu. Yaşlı gözlerinin bir an için ona oyun oynadığını sandı. Gözlerini ovuşturup tekrar baktı. Yoktu. Halının yerine kadife bir kese vardı sehpanın üstünde. Sanki elleri doğruyu söyleyecekmiş gibi bu sefer de halıyı bulmak için elleriyle etrafı kolaçan etti.
Halıya dair en ufak iz yoktu. Merakla kadife keseyi eline aldı. Ters çevirip içindekileri boşalttı. Yirmi tane altın sikke yere düştü.
Dehşetle gerçeği anladı. Kendisi uyurken saraydan gelenler halıyı alıp götürmüşlerdi. Türk sultanına gidecek kervan bu gün yola çıkacaktı.
Uykudan uyuşan beyni hızla çalışmaya başladı. Bir an önce o halıyı bulmalı ve bir özür koymalıydı. Telaşla hemen ayağa fırladı. Yaşlı ayaklarında kalan son güçle koşar adım saraya gitti. .
Yolda kendi kendine söyleniyor, kızıyor ve hatta bağırarak küfrediyordu. Bir taraftan da yaptığı hatayı nasıl düzelteceğini kafasından geçiriyordu. "Halıda eksik kalan bir şey vardı, onu düzeltmem gerekli" deyip, halıyı bir süreliğine eline alsa yeterliydi. Hemen iki ilmeği yanından eksik etmediği çakısıyla keser ve büyük bir günah işlemekten kurtulabilirdi.
Nihayet nefes nefese saraya vardı. Kapıdaki nöbetçiler biraz sorun çıkartsalar da, askerlerin başındaki komutan onu hemen tanıdı. "Büyük usta Nesiri'ye yol verin" dedi.
Nesiri'nin sohbet edecek hiç vakti yoktu. Komutanın, "Yüzüne ne oldu ey büyük usta?" diye sormasına rağmen, tek kelime etmeden kendisine halıyı ısmarlayan hazinedarın olduğu yere doğru yöneldi.
Sarayın içinde hızla yürürken, onu gören insanların dehşetle bakmalarına bir anlam veremedi. Bütün bu insanları korkutacak ne vardı yüzünde? Sonra bakardı, şimdi sırası değildi.
Hazinedar, etrafında bir sürü saray görevlisi ile yere bağdaş kurmuş, elindeki kaz tüyünü, kemikten yapılmış bir divite batırıp bir şeyler yazıyordu.
Nesiri'nin telaşla içeri girdi. Başta hazinedar olmak üzere tüm gözler ona çevrildi. Bütün yüzlerde önce bir şaşkınlık, ardından dehşet dolu bir ifade oluştu. Kimse bir şey demeden, Nesiri neredeyse çığlık atar gibi konuştu.
"Halı nerede?"
Nesiri'nin sorusundan çok, yüzüne kilitlenmiş hazinedar sanki ilk defa halıdan bahsediliyormuş gibi şaşkınlıkla sordu.
"Hangi halı ey Nesiri usta?"
"Türk sultanına gidecek halı. Sabah ben uyurken evimden almışsınız. Bir yerinde bir özür var. Düzeltmem gerekli. Halı böyle giderse Şahımızın onuru iki paralık olur. Halı nerede?"
Nesiri'nin yüzüne hala şaşkınlıkla bakan hazinedar, neden sonra kendine gelebildi.
"Gül kokulu halı mı? Bilmez misin ey Nesiri usta? Kervan üç gün önce yola çıktı. Saraydan gelenler seni uyandırmaya çalışmışlar ama sanki üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi uyuyormuşsun. Onlar da bitmiş olan halıyı alıp getirdiler. Zaten kervan aynı gün, halıyla birlikte yola çıktı. Çoktan Şam'a varmışlardır" dedi.
Nesiri duyduklarına inanamadı. Nasıl olmuştu da sanki üstüne ölü toprağı serpilmiş gibi üç gün boyunca uyumuştu? Yaptığı halıda acem özrünün olmadığını tekrar hatırladı ve olduğu yere yığılıverdi.
Başta hazinedar olmak üzere odada bulunan herkes telaşlandı. Biri su getirmek için koştururken, bir başkası Nesiri'nin uzun ve ince ellerini ovuyordu. Nesiri kendine geldi. Eline tutuşturulan suyu zorlukla içti ve mırıldanır gibi;
"Allahım ne yaptım ben?" dedi.
Olan bitenden epeyce kafası karışan Hazinedar merakla sordu;
"Ne yaptın ey Nesiri usta?"
Nesiri tam yaptığı büyük günahı itiraf edecekken birden durdu. Bunu yapamazdı, kimselere yaptığını anlatamazdı. Tekrar düşünmeye başladı. Yeterince hızlı hareket ederse belki kervanı yakalayabilirdi. Hala vakti vardı.
Aklına gelen bu yeni düşüncenin verdiği güçle birden tekrar ayağa kalktı. Bir an önce yola çıkması ve kervana yetişmesi gerekiyordu. Nesiri geldiği gibi hızla Hazinedarın odasından ve saraydan dışarı çıktı. O kadar telaşlıydı ki, Hazinedarın arkasından "Yüzüne ne oldu ey Nesiri usta" diye seslendiğini duyamadı.
Nuh'un gemisi kadar büyük gemileri yutan Hint okyanusunun fırtınası arkasından esiyormuş gibi evine koştu. Nefes nefese kalmıştı ama kaybedecek bir saniyesi bile yoktu. Kervanı yakalaması için alabildiğince hızlı hareket etmesi gerekiyordu.
Kötü günler için sakladığı altınları bahçeye gömdüğü yerden çıkardı. Bir iki eşya ve ne olur ne olmaz diye eğri uçlu keskin bir hançeri çıkınına koydu.
Tam evden çıkmak üzereyken birden aklına yüzüne bakmak geldi. Hem hazinedarın hem de sarayın önündeki askerlerin dediklerini hatırladı. İçeri girip karısının ölmeden önce kullandığı gümüş saplı aynayı eline aldı ve yüzüne baktı.
Gördüğüne inanamıyordu. Bir evliyanın yüzüne benzetilen o nurlu yüzü gitmiş, yerine çirkin ve uğursuz bir adamın yüzü gelmişti. Avurtları çökmüş ve gözleri yuvalarından fırlamıştı. Yüzünün kenarında çirkin tüyler çıkmıştı. Eliyle tüylere dokundu. Tüyler at kuyruğunun kılları gibi çok sertti. Bir sakalın kılları gibi değildi. Makasla kesmek istedi. Aynayı bir yere yaslayıp, cebinden çıkardığı keskin makasla bir iki tane çirkin kılı kesmeye çalıştı ama beceremedi. Kıllar kesilemeyecek kadar serttiler.
Ümitsizce aynada yüzüne tekrar baktı. Gözlerinin kırmızılığını fark etti. İki kor alevi gibi yanıyorlardı sanki. Uğursuz ve sırnaşık bir ifade ile bakıyorlardı. Sanki küçükken dinlediği masallarda anlatılan şeytanın gözleri gibiydiler. Ürperdi.
"Halı..." diye mırıldandı. "Her şey gül kokulu ve gül resimli halı yüzünden oldu"
O uğursuz geceden beri bir şey içine girmişti. Muhakkak Şeytandı bu. Acem özrünü koymayıp şirk koşunca, şeytan parmaklarından, gözlerinden, saçlarından ve teninden içeri ruhuna ve bedenine sızmıştı. İşlediği büyük günah şeytana kapı açmıştı. Nasıl olur da kanmıştı lanetli yoldan çıkarıcıya?
Artık bunları düşünmek için çok geçti. Bir an önce bu büyük günahtan kurtulması gerekiyordu.
Bedeli ne olursa olsun yaptığı mükemmelliği bozacak bir hatayı dokuduğu halıya koymalıydı.
Çirkinleşmiş yüzünü bir şeyle örtüp, aceleyle dışarı çıktı. Tahran'ın sokaklarında bir hırsız gibi sessizce süzüldü. Yüzünü göstermemeye çalışarak hızlı bir at satın aldı ve hemen yola koyuldu.
Yorgun ve yaşlı bedeni dörtnala giden atın üstünde umutsuzca çırpınıyor gibiydi. Dizginleri tutan elinde çıkan çirkin kılları gördüğünde korkunç bir çığlık koptu. Zaman geçtikçe şeytan bütün vücudunu ele geçiriyordu.
"Daha hızlı, daha hızlı" diye bağırdı ve atını kırbaçladı.
İlk vardığı kervansarayda neredeyse çatlamak üzere olan ve ağzından kanlı köpükler saçan atı değiştirdi.
Yeni atı hazırlarlarken, yüzündeki peçeyi açmadan kervanı sordu. Evet kervan üç gün önce buraya gelmişti. Gül kokulu kervanı herkes görmüştü. Ellerinde yalın kılıç bekleyen muhafızlar, kimseleri kervanın yanına yaklaştırmamıştı ama kervandan yayılan gül kokusunu herkes biliyordu.
"Hint illerinden gelme güller ancak böyle kokabilir. And olsun ki hiç böyle gül koklamadım ben" dedi hancı.
Nesiri hiçbir şey demeden hancının eline dört altın sayıp yeni atına bindi. Yüzünü göstermeyen bu tuhaf yabancı verdiği altınlara bakan hancı;
"Uğursuz bir eşkıya olsa gerek, başka türlü böyle kokmazdı" dedi uzaklaşan Nesiri'nin arkasından.
Gece çökmüş olmasına rağmen, Nesiri hiç mola vermedi. Bazen yorgunluktan atın üzerinde birazcık uykuya dalar gibi oluyordu ama uzaktan gelen bir hayvan sesi duyunca veya atın sert bir hareketiyle hemen irkilerek uyanıyordu.
Gökyüzündeki dolunay geceyi ve mahlukatı uyandırmadan usulca aydınlatıyordu. Gece serindi yol ama nedense hiç üşümüyordu. Birden nedensiz atı durdurdu. Kuvvetli bir rüzgar esti. Yüzündeki peçeyi indirdi ve esen rüzgarı içine çekti.
Rüzgar buram, buram taze gül kokuyordu. Neredeyse çöl sayılabilecek bu bozkırda hiçbir şey yoktu ama işte rüzgar gül kokusuyla yüklüydü. Etrafta değil bir tek gül fidanı, kuru bir ot bile yoktu.
"Kervan buradan geçmiş olmalı" diye mırıldandı Nesiri. Aynasını çıkardı ve ay ışığında yüzüne baktı.
Geçen zaman içinde yüzü daha da bir çirkinleşmişti. Kıllar büyümüş ve elmacık kemiklerine kadar gelmişti. Yavaş, yavaş yüzünü kaplıyorlardı ama sakala benzer gibi de değildiler. Yüzüne yapıştırılmış uğursuz izler gibiydiler. Eliyle koparmak ister gibi hırsla kılları çekiştirdi ama sadece canı yandı. Hiç biri yerinden kopmuyordu.
Utanır gibi yüzündeki peçeyi tekrar örttü ve yoluna devam etti.
Tahran'dan yola çıkalı iki gün olmuştu. Dört at değiştirmişti. Zavallı hayvanları o kadar zorlamıştı ki az daha bir tanesi yolda çatlayıp kalacaktı.
Kervana yetişmesine az kalmıştı. Son uğradığı handa, yeni aldığı atın hazırlanması için beklerken yanında konuşanları kulak kabartmıştı. Gül kokulu kervan daha dün akşam gelmişti hana. Bu sabah da gün doğar doğmaz yola çıkmıştı.
Kervanın büyüklüğünden, Acem şahından, Osmanlı sultanına gitmesinden çok arkasında bıraktığı gül kokusu konuşuluyordu. Kimseler kervanın ardında bıraktığı gül kokusunun nedenini çözememişti. Hemen yanındaki tahta masanın etrafında oturan kalabalık gül kokusu üstüne hararetli bir tartışmaya dalmışlardı. Nesiri'yi fark edemeyecek kadar heyecanlıydılar.
"Gül suyu veya gül yağı götürüyorlardır, ondan böyle gül kokuyordur. Kervanın en başındaki devenin taşıdığı sandıktan geliyordu koku. İçindeki şişeler kırılmış, gül suyu dökülmüştür"
"Ne gül suyu ne de gül yağı gibi kokmuyordu. Sanki bir bahçe vardı kervanın içinde. Taze güllerden daha taze gül kokuyordu. Geceyi ve gündüzü yaratan alemlerin Rabbine and olsun ki bu işte bir iş var"
"Kokunun geldiği sandukada ne var? diye sormuş hancı. Halı varmış. Osmanlı sultanı Mehmet'e hediye gidiyormuş."
"Bir halı hiç öyle gül kokar mı? Üstüne Hazar denizi kadar çok gülyağı döksen de öyle kokmaz!"
Konuşulanları ümitsizlikle dinleyen Nesiri uykusuz ve açtı.ama ne yemek ne de uyku için kaybedecek vakti yoktu. Peçenin arkasından hırıltılı bir sesle kendine şüpheyle bakan hancıdan biraz pişmiş et ve su istedi. Daha sonra da elbisesinin altında gizlediği tüylü elleriyle altın paraları tahta masanın üstüne bıraktı.
Gördüğü elin çirkinliği hancıyı dehşete düşürmüştü. Bir elden çok pençeye benziyordu.. Elin sahibinin parlayan kor alevine benzeyen gözlerine bakamadı, gözlerini kaçırdı.
Aldıkları afyon topaklarıyla başka alemlerde dolanırmış gibi duran sapkın tarikat fedailerini, bir insanı gözünü kırpmadan kesebilecek askerleri ve hatta bebek kafatasları ile şarap içen puta taparları görmüştü ama ilk kez birinden bu kadar ürkmüştü. Bu uğursuz misafirden bir önce kurtulmak için yiyecek bir şeyler ve atını hazırlattırdı.
Yine de merakına yenilen hancı, eğerlenmiş atı ahırdan kendi getirdi. Yuları yabancıya verdikten sonra biraz geride durarak onun binmesini seyretti. Yabancı tam atını sürecekken hancı dayanamayıp sordu;
"Sen ne yaptın da böyle oldun ey Allah'ın garip kulu. Yoksa veba musibetine mi tutuldun?"
Nesiri yüreğine bıçak gibi saplanan bu sorunun cevabını vermek istemedi. Sadece "Allaha emanet ol hancı" deyip, atını mahmuzladı.
Hızlı gitmesi için altındaki doru atı acımasızca mahmuzluyordu. Ata her mahmuz vurduktan sonra kendisine de vurmak istiyordu. Sanki içinde iki kişi vardı. Birisi eski Nesiri idi.. Diğeri ise istenmeyen bir misafir, bir talancı ve acımasız bir işgalciydi. Sanki aynı bedeni paylaşan iki ruh vardı, biri melek, diğeriyse şeytan.
Kervana yaklaştıkça havadaki gül kokusu daha da artıyordu. Kokuyu hissetmek için peçesini indirmesine gerek yoktu artık. Daha önce hiç koklamadıkları bu kokunun cazibesine kapılmış yabani hayvanlar yol kenarında durmuşlar, burunlarını havaya kaldırarak sürekli havayı koklayıp duruyorlardı. Ayılar, ceylanlar, kaplanlar ve alemlerin Rabbinin tüm mahlukatı yolun kenarında gibiydi. Tüm hayvanlar yol boyunca akıllı askerler gibi yan yana dizilmişlerdi. Kurt kuzunun, kaplan ceylanın yanında kardeş, kardeş duruyordu.
"Adem babamızı ve Havva anamızı kandıran Şeytan, tüm mahlukatı halı ile günaha sürüklüyor" dedi Nesiri kaygıyla.
Atını tekrar mahmuzladı. Bu sefer o kadar kuvvetli vurmuştu ki, zavallı hayvanın sağrısından kan gelmişti. Acıdan çılgına dönen doru at neredeyse uçarcasına koşmaya başladı.
Doru atın üstündeki tüylü garip yaratığa bakan şeytan keyifle gülümsedi. Sonra o da burnunu kervanın gittiği yöne doğru çevirip, diğer mahlukatla birlikte gül kokusunu içine çekti. Biraz ileride cinleri görünce bir kahkaha attı. Her zamanki gibi çok keyifliydi.
Şeytanı ve cinleri göremeyen Nesiri, Atın çatlamasından korktuğu için biraz yavaşladı. Hancının verdiği ekmeği ve kızarmış eti çıkartıp atın üstünde yemeğe başladı.
Lokmaları yavaşça yutarken birden uzaktaki kervanı gördü. Belli belirsiz seçiliyordu ama bu oydu. Sonunda yakalamıştı. Kervan araya giren bir tepenin ardında kayboldu. Bir yarım saatlik yol vardı aralarında.
Kervana bu kadar çabuk ulaşacağını ummayan Nesiri sevindi. Sonunda büyük günahtan ve sonsuz azaptan kurtulacaktı. Tekrar şevkle atını mahmuzladı.
Birden sırtında, sağ omzuna yakın bir yerde keskin bir acı hissetti. Ne olduğunu anlayamadı. Atı durdurdu ve sol eliyle sırtını yokladı.
Bir ok sağ omzunun hemen altında sırtına saplanmıştı. Başını çevirince okun tüylü ucunu görebiliyordu. Hemen attan indi.
"Eşkıyalar, eşkıyalar, alemlerin Rabbi adına eşkıyalar" diye bağırdı.
Sanki Nesiri onları çağırmış gibi, bir anda nereden geldikleri belli olmayan on tane eşkıya etrafını sarıverdi.
Elinde uzun bir yay tutan eşkıyalardan biri yaptığı işten memnun olmuş gibi Nesiri'nin sırtına saplanmış oka bakıyordu. Bir diğeri ise iyice huysuzlaşmış atın yularını çekiştirip duruyordu.
Nesiri kendini savunmak için belindeki hançeri çıkarmaya çalıştı ama artık çok geçti. İki kuvvetli eli arkasından sıkıca kollarını kavradı. Bir diğer eşkıya da yüzüne sıkı bir yumruk attı, sonra da hızla üstünü aramaya başladı.
Nesiri'nin beline sarılı duran altın kesesini bulunca sevinçle bağırdı. Çıkardığı altınları tüm arkadaşlarına coşkuyla gösterdi. Hepsi çocukça bir sevinçle bağırmaya, naralar atmaya başladı. Bir tek her halinden onların reisi olduğu belli olan eşkıya sakinliğini koruyordu.
"Kurda kuşa ve çakallara rızk veren yüce Rabbimiz, biz eşkıya kullarını da düşünür elbet" dedi eşkıyaların reisi. Reislerinin söylediği her şeye bilgece sözler gözüyle bakan aptal eşkıyalar birden sustular.
Ordudan kaçıp eşkıyalığa başlayan çete, bozkırda acımasızlığı ile bilinirdi. Diğer eşkıyalar sadece yolcuları donlarına kadar soyup, bozkırın ortasında vahşi hayvanların insafına ve Allah'ın lütfuna bırakıp giderlerdi. Ama delibaşlar olarak bilinen bu eşkıya çetesi, kendilerince iyi sayılabilecek bir nedenden dolayı soydukları insanların boğazını kesip öldürüyorlardı.
Bozkırda vahşi hayvanların pençesinde veya susuzluktan uzun süre acı çekerek öleceklerine, keskin bir hançerin kısa darbesiyle Allah'ın rahmetine tez elden erişmeleri soydukları insanlar için daha iyiydi. Bu şekilde soydukları yolculara bir iyilik yaptıklarını düşünen delibaş çetesi, yolcudan aldıklarını da yaptıkları bu iyiliğin karşılığı olarak kabul ediyorlardı.
Delibaş çetesinin reisinin dediği gibi "ortada bir günah yoktu, bilakis böyle yaparak büyük sevaba giriyorlardı "
Reislerinin, her gece ateşin başında bıkıp usanmadan anlattığı bu tuhaf mantığa nedense hiç bir eşkıya itiraz etmemişti. Hatta bütün eşkıyalar reislerinin uydurduğu bu garip cinayet töresine can-ı gönülden inanıyorlardı. Hemen hepsi afyonkeş, kulamparacı ve azılı katil olan eşkıyalar, reislerinin vaazlarıyla dini bütün Müslüman olup çıkmışlardı. Gündüzleri yolcuları soyup öldürdükten sonra, geceleri ağlayarak reislerinin bir mağarada mum ışığında okuduğu Kuran-ı Kerimi dinliyorlardı.
Yolcuların boğazını kesen delibaş çetesi, dini bütün Müslümanlar olarak, zavallı kurbanlarının öldürmeden önce, onların abdest alıp iki rekat nafile namazı kılmasına izin veriyorlardı. Zavallı kurbanlar da biraz daha fazla yaşamak için bu iyilik dolu teklifi hep kabul ederlerdi.
Her zaman yaptıkları gibi, eşkıyaların reisi namaz kılmak isteyip istemediğini sormak için bir elinde keskin bir hançerle Nesiri'nin yanına geldi.
Reis, kendisine bakan iki kor gözün sahibini görmek için Nesiri'nin yüzündeki peçeyi sert bir hareketle indirdi.
Artık siyah sert kıllarla iyice kaplanmış tuhaf ve korkutucu yüzü gören reis korkarak bir iki geri adım attı. Tekrar Nesiri'nin yüzüne baktı. Fakat bu dehşetli suskunluğu uzun sürmedi.
"And olsun ki bu Ademi yoldan çıkartan şeytandır. Başımıza bir musibet sarmadan kaçalım buradan" dedi ve arkasına bakmadan koşmaya başladı.
Ne onları kovalayan askerlerden ne de ölümden korkmayan reislerinin korkudan kaçtığını gören diğer eşkıyalar da, bir süre tereddüt geçirdiler. Ama onlar da bu korkunç yüzü görünce hemen toparlanıp uzaklaşmakta olan reislerini takip ettiler. Bütün bunlar yetmezmiş gibi bu insan kalabalığından ve gürültülerden iyice ürkmüş doru at da hızla başka bir yöne koşmaya başladı.
Göz açıp kapayıncaya kadar kısa bir zamanda Nesiri bozkırın ortasında yapayalnız kalmıştı.
Her şey yeniden eski sessizliğine kavuşmuştu. Omzundaki acıyı tekrar hisseden Nesiri bir taşın üstüne oturdu. Eşkıyaların almayı unuttukları hançerinin kabzasını dişlerinin arasına alıp sıkıca ısırdı ve okun dışarıda kalmış tahta ucunu iki eliyle tutup hızla çekti.
Okun çıkması o kadar çok canını yakmıştı ki ısırmanın şiddetinden ön dişlerinden biri hançerin tahta sapında bir iz bırakarak kırıldı. Bulabildiği temiz bir bez parçasını okun çıktığı yere eliyle bastırdı. Acıdan neredeyse bayılacaktı.
Umutsuzca ileride git gide küçülen kervana baktı, gül kokusunu içine çekti ve olduğu yere yığılıp kaldı.
Kendine geldiğinde çoktan gece olmuştu. Sırtındaki yarayı eliyle yokladı. Artık kanamıyordu ama hala çok acıyordu. Etrafına bakındı. Uzaklardan gelen uluma seslerini duydu. Artık kervana yetişmesi imkansızdı. Yine de ayağa kalktı ve yürümeye başladı.
Yüreğine işleyen günah duygusu yetmezmiş gibi sırtında derin bir ok yarası ve atı olmadan bozkırın ortasında kalakalmıştı. Yolculuğunun bundan sonraki kısmı oldukça acılı geçti. İki gün boyunca neredeyse hiç durmadan yürüdü. Yolda öleceğini düşündü ama yine de yanına yaklaşan vahşi hayvanlardan ve susuzluktan ölmeyerek en yakın hana gidebildi.
Berbat görünüyordu ve bir tekeden daha kötü kokuyordu. Susuzluktan çatlamış dudaklarıyla zorlukla konuşabildi. Hancı tam elindeki uzun sopayla onu kovalayacakken, Nesiri eşkıyaların alamadığı altınlardan birkaç tanesini çıkartıp hancının önüne attı. Altınların ışıltısı bir domuzdan farkı olmayan hancıyı birden insafa getirdi.
Çil, çil altınlara rağmen hancı Nesiri'nin handa kalmasına izin vermedi. Sadece ahırın bir köşesinde samanların üstünde bir yer gösterdi. Sonra da su ve yiyecek bir şeyler getirdi. Nesiri, kana, kana suyu içti, zorlukla bir şeyler yedi ve uyuyakaldı.
Yarasının üstünü kızgın demirle dağlaması için fırsatçı nalbantçıya iki altın verdi ve sonra hayvanların yanında üç gün yatarak kendine gelebildi.
Ayağa kalkabilecek hale gelince hemen namussuz hancıdan neredeyse fahiş sayılabilecek bir fiyata bir at aldı ve tekrar yola koyuldu. İnsanlardan uzakta ve mümkün olduğunca kimselere gözükmeden yol aldı.
Aslında yolu bulmasına ve sormasına hiç gerek yoktu. Sadece gül kokusunu takip etmesi yeterliydi. Kervanın geçtiği yerlerden o da geçti. Taştan yapılmış hanlarda çok kısa süre kalıp içinde yüzlerce çeşmesi olan şehirlerden geçti. Bir taşı yastık yapıp, dağlanmış sırtındaki acıyla toprağın üzerinde uyudu.
Ve yirmi gün sonra yeni fethedilmiş İstanbul şehrine vardı.
Tahmin ettiği gibi Tahran'dan yola çıkan kervan kendisinden çok önce İstanbul'a gelmiş ve hediyeleri Sultan Mehmet'e vermişti. Zaten çok yakında tekrar geri dönmek üzere yola çıkacaklardı. Emanet yerini bulmuştu.
Kervandan sorumlu olan elçi çok eskiden beri Nesiri ustayı tanıyordu ama karşısındaki bu garip mahlukatın o olduğuna bir türlü inanamamıştı. Veba illetinin büyük ustayı bulduğunu ve sadece sağlığını değil aynı zamanda aklını da alıp götürdüğüne hükmetmişti.
Ona çok saygı ve sevgi duymasına rağmen aradaki mesafeyi hep koruyarak Nesiri'nin tüm sorularına cevap verdi.
Evet yol boyunca Nesiri'nin dokuduğu halının olduğu sandukadan gece ve gündüz yoğun bir gül kokusu gelmişti. Yol boyunca bu kokunun büyüsüne kapılıp kaynağını soranlara hiçbir makul açıklamada bulunamamışlardı. Onlar da bu işe şaşmışlardı. Hatta bir ara meraklarına yenik düşerek, kesinlikle yasak olmasına rağmen bir kervansarayda mola verdiklerinde sandukayı açmışlar ve içine bakmışlardı. Ufak sandukada ipek halıdan başka bir şey bulamamışlardı. Ne bir tek gül yaprağı, ne de ufak bir gül yağı şişesi vardı. Sadece ama sadece üstüne gül resmi işlenmiş bir halı vardı.
Osmanlı sultanı da bu halının büyüsüne hemen kapılmıştı. Şahın gönderdiği diğer paha biçilmez hediyelere dönüp bakmamıştı bile. Halıya elçinin önünde uzun, uzun incelemiş ve sonra eğri burnuna getirerek koklamıştı. Halının neden böyle gül koktuğunu ve halıyı Nesiri ustanın mı? dokuduğunu, çok iyi bildiği Farsça ile bizzat kendi sormuştu. Bir cevap alamayınca da yine uzun süre halıyı koklamış ve keskin zekasının anlık bir parıltısıyla cevabı bulmuştu.
"And olsun ki bu halı mükemmel dokunmuş, hiç bir özrü yok. Bu yüzden üzerine işlenmiş gül, gerçek bir gül gibi kokuyor. Frenk ressamı Fellini'nin resminden bile güzel kokuyor " demiş İstanbul'un fatihi.
Acem elçisi bunun mümkün olmadığını, bütün Acem halıcılarının şirke girmemek için muhakkak dokudukları halıya bir özür koyduklarını, hele ki ustaların ustası Allah'ın sevgili kulu Nesiri'nin bu en eski geleneği asla unutmayacağını söylemiş. Sultanın ve kendilerinin göremeyeceği bir yerde muhakkak bir ufak özür koymuştur diye eklemiş.
"Acem özrünü koydun değil mi Nesiri usta? Bunu sana sormak bile benim için kusurdur biliyorum ama Türk sultanı kendinden çok emindi"
Nesiri hiçbir şey demeden öylece durdu, başını öne eğdi. Bir süre konuşmadan birbirlerine baktılar. Ve usta hiçbir şey demeden hızla oradan uzaklaştı. Arkasından şaşkınlıkla bakan elçi, aklının ucuna bile getirmediği bu açıklamanın aslında doğru olduğunu o an anladı. Demek ki sandukadan çıkan gül kokusu şirkten kaynaklanıyordu. Büyük usta Nesiri, bilerek ya da bilmeyerek mükemmeli yaratmıştı ve bu yüzden en kötü vebalıdan bile kötü hale gelmişti.
Bir süre hiçbir şey düşünemedi elçi. Sadece uzaklaşan Nesiri ustaya baktı. Sonra da önce Allah'tan, sonra peygamberden ve Hz. Ali'den yardım diledi. Bildiği tüm duaları hızlı, hızlı okumaya başladı.
Umutsuz Nesiri için yapacak tek bir şey kalmıştı. Osmanlı sultanının huzuruna gidip halıyı ondan geri istemekten başka bir çaresi kalmamıştı.
Eski Bizans'ın yeni sahibi Sultan Mehmet, geleneklere uygun olarak Perşembe günleri halkı huzuruna kabul edip onların dertlerin dinliyordu. Üç gün sabırla bekledi Nesiri. Perşembe gününün sabahında daha gün doğmadan, daha yeni yapılan sarayın önünde beklemeye başladı. Kendisine şüpheyle bakan bostancıların bakışlarından uzak bir köşede, Sultanın huzuruna vardığında söyleyeceklerini kafasında tekrarlayıp duruyordu.
Saatlerce bekledikten sonra huzura kabul edildi. Bostancılar bu tuhaf yaratığı huzura çıkarmakta tereddüt etmişlerdi ama Osmanlı geleneklerine göre herkes sultanı görüp, derdini anlatabilirdi. Devletin kurucusu Osman beyden bu yana değişmeyen bir geleneği bozamazlardı. Nesiri o kadar kötü görünüyordu ki, hiçbir bostancı bu tuhaf yaratığın üstünü aramaya cesaret edemedi. Belki veba vardı.
Sultanın huzurunda bir sürü bostancı ve ak sakallı devlet adamı, tahtın hemen önünde bekleyen bu garip yaratığa neredeyse iğrenerek bakıyorlardı. Herkesin kafasından geçen tek bir soru vardı: Bir domuz kadar kötü kokan ve şeytandan daha çirkin olan bu tuhaf şey ne olabilirdi? Ne Adem oğluna ne de Hz. Süleyman'ın konuştuğu mahlukattan birine benziyordu.
Ve sonunda sultan huzura geldi. Herkes el pençe durup başını eğdi. Eğri burnunun üstündeki kartal gözleriyle huzurdakilere bakan sultan, yavaşça düz işlemeli tahtına oturdu. Hemen biraz ilerisinde yerde diz çökmüş halde duran Nesiri'ye bir süre baktı. Neden sonra,
"Derdin nedir?" diye sordu.
Nesiri başını kaldırıp, kor gözleriyle sultana bakıp zorlukla duyulan bir sesle Farsça konuşmaya başladı.
"Bizans'ı fethedip daha yaşarken peygamberin şefaatine kavuşan ey büyük sultan. Acem illerinden, Frenk topraklarına kadar tüm bereketli toprağın sahibi, kutlu sultan. Peygamberin hadisinde övülen büyük kumandan. Ben halıcı Nesiri ustayım. Şahımızdan sana hediye gönderilen güllü halıyı ben dokudum."
"Seni ve hünerini çok duyduk Nesiri usta. Demek büyük usta Nesiri sensin. Ne istersin bizden ey Nesiri usta, neden Acem topraklarından buraya kadar geldin? El hakkını vermedi mi Acem şahı? Bizden mi istersin?" dedi sultan Mehmet.
"Şahımız biz kullarına her daim cömerttir. El hakkımı fazlasıyla verdi."
"O halde neden huzurumuza geldin?"
"Yüce sultanım, halıyı düzeltmem gerekli, bir kusur var üstünde. Bu haliyle yüce sultanıma yakışmaz"
Sultan Mehmet bir süre Nesiri'ye baktı ve "Güllü halıyı getirin" diye emretti.
Birileri hemen koşuşturarak halıyı getirdi ve Sultana verdi. Nesiri halının kendine verileceğini sandı bir an için ama sultan eliyle işaret ederek halıyı aldı. Bir süre hayranlıkla halıya bakan Sultan Mehmet, burnuna yaklaştırarak kokladı ve sonra bir eliyle tutarak kaldırdı.
"Bu halıda hiç bir kusur yok Nesiri usta. Artık o bizim mülkümüzdür ve böyle kalmasını arzu ederiz" dedi.
Sultanın söylediklerini duyan Nesiri son şansının da elinden kayıp gitmekte olduğunu fark etti.
"Halıyı bana verin Sultanım, sadece bir ilmeğini değiştireceğim" dedi sesini yükselterek.
Ama sultan Mehmet çok sevdiği halıyı onu yapan ustasına bile vermeye niyetli değildi.
"Sağ ol Nesiri usta, böyle kalsın halı. Öyle güzel dokumuşsun ki gül kokuyor. Ustalığına bir kese altın da biz verelim ve Acem topraklarına geri dön" dedi.
Hiçbir şansı kalmadığın anlayan Nesiri öfkeyle birden ayağa fırladı. Gözlerinden çıkan alev baktığı her şeyi yakabilirdi. Birkaç metre uzağında Sultanın elinde sallanan halıdan bir ilmek koparmak için göğsünde sakladığı hançeri eline aldı ve tahta doğru atıldı.
Sultana yaklaşamadan, elindeki hançeri gören bir bostancı hızla ileri atılıp Sultanı öldüreceğini sandığı Nesiri'nin kafasını keskin eğri kılıcıyla şimşekten hızlı kesiverdi.
Kesik baş demirden bir gülle gibi yuvarlanarak biraz ileride durdu ama gövde hala ayaktaydı. Kesik baş dahil olmak üzere, Sultan ve huzurdaki herkes başı olmayan ve hala ayakta duran gövdeye şaşkınlıkla bakıyorlardı.
Başı olmayan gövde bir adım attı, sonra bir adım daha. Başsız gövdenin sağ elindeki ufak hançer yere düştü Tahtla arasında bir metreden az bir mesafe kalmıştı. Elinde yalın kılıçla bekleyen bostancı gövdeyi durdurmak için tekrar ileri atıldı ama Sultan eliyle dur işareti yaptı.
Başsız vücudun kalbinin her atışıyla, eskiden kafasının olduğu yerin bittiği yerden kan fışkırıyordu. Gövde son bir adım daha attı.
Boğazından fışkıran kan Sultanın elinde tuttuğu halıya sıçradı ve gül yapraklarının hemen yanında büyük kırmızı bir leke oluşturdu.
Ve başı olmayan yorgun ve yaşlı gövde olduğu yere bir külçe gibi yığılıverdi. Deminden beri olan bitene merakla bakan Nesiri'nin kesik başı güllü halının üstünde oluşan lekeyi görünce huzurla gülümsedi, dudakları şehadet getirir gibi hareket etti ama bir ses çıkmadı ve büyük usta gözlerini kapattı.
Halı artık özürlüydü.
Sultan Mehmet yüzüne sıçrayan kanı eliyle sildi. Halıyı kucağına aldı. Şaşkınlıkla önünde yatan başsız gövdeye ve hemen biraz ileride duran gövdesiz başa baktı.
Yerde yatan kesik başın yüzü yavaşça değişmeye başladı. Önce yüzünü tamamen kaplamış çirkin siyah kıllar yere döküldü, sonra da çöken avurtları dolgunlaştı ve dingin gülümsemesi açan bir gonca gül gibi ortaya çıktı.
Nice savaşlar ve ölüler görmüş olan Sultan Mehmet bile dehşet içinde kalakalmıştı. Orada bulunan herkes gibi kesik başın bu anlık değişiminden korkmuş ve şaşırmıştı. Kesik başın etrafındaki insanlardan hayret nidaları ve dualar duyuluyordu.
Sultan Mehmet ayağa kalkarak kesik başın yanına gitti. Eğilip başı yerden aldı ve birdenbire ortaya çıkan bu yeni yüze hayranlıkla baktı. Masallarda anlatılan evliyaların yüzüne benziyordu. Bir süre öylece herkes Sultanı ve elindeki kesik başı sessizce seyretti.
Birden aklına halı geldi. Kutsal bir emaneti verir gibi kesik başı orada bulunan vezirlerden birinin verdi ve hızlı adımlarla geri dönüp tahtın üzerindeki kanlı halıyı eline aldı.
Nesiri'nin kanıyla oluşan leke gülün hemen yanında duruyordu. Halının rengiyle, kan kırmızısı birleşmiş ve daha önce hiç görmediği güzel bir mavi renk oluşturmuştu. Sultan halıyı yüzünün hizasına getirip kokladı.
"Halı artık gül kokmuyor" dedi üzgün bir sesle.
ALINTI - http://www.lahuti̇.com/
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder